Tarihin akışını değiştiren o mukaddes yolculuk hicretin, bir başlangıç olması Hz. Ömer zamanından kalma bir güzelliktir. Zira batı dünyasıyla aramızdaki bir takım farklılıklar bizim kimliğimizi oluşturur. Öyle buyurmaz mı "kim bir kavime benzerse o da onlardandır."

Hicri yılbaşımız muharremin birinci günü ile başlar. On gün sonra sanki bir başka iyilikle toplumumuz bayram telaşına kapılır. Kazanlarla pişirilir, tabak tabak komşulara dağıtılır. Nuh Nebiye kadar uzanan çok uzun bir tarihinin varlığından haberdarız. Dünyayı sarsan tufandan sonra bir gemi dolusu insanlar elinde avucunda kalanları ortaya döktüklerinden yapılmış bir tatlı çeşididir Aşure.

Aşure günü muharremin onuncu günü kabul edilir. O gün Yahudiler de oruç tutarmış. Hemen bir farkındalık oluşturmak adına "sizler dokuz, on, on birinci günleri tutunuz" tavsiyesini hatırlıyoruz. Aslında aşure malzemelerini tek tek saymak ve en güzel aşure şöyle şöyle yapılır diye çeşit çeşit tarifler yapmak isterdim ama uzmanlık alanım değil.

Geleneklerimizi bilen hanımlar eşten dosttan öğrenirler. Benim dikkat çekmek istediğim yönü başka bir boyut idi. Toplumsal dayanışma boyutu. Sosyal hayat içinde yaşarken mutlu olmak için o kadar çok yapılacak iş var ki. Düşündükçe insan hayran kalıyor.

Sosyal hayatın canlılığını isteyenler, insanların eşitliğinden dem vuranlar Yaratıcımızın buyurduğu ibadetlerin yapılış şekline bakıldığında hayran kalmamak mümkün değildir. Yasakladığı, haram kıldığı bazı emirler de aynı mantık üzerine oturuyor. Zira insanların hepsi Allahın kullarıdır. Hep kendine Müslüman olmak yetmiyor. Dinimizin özünü tek kelimeyle anlatınız deseler: paylaşmak demek yeterli olacaktır.

Eşitlik ve adalet istenilen bir dünyada herkesin eşit yaratılmadığını ve eşit imkanlara sahip olamayacağını düşündüğünüzde birbirine yardımcı olmak için bu ibadetlerin büyük bir merhametin eseri olduğunu anlamak mümkündür.

Elinde bir tepsi içinde komşu kızının kapıdan uzattığı bir tabak aşurenin kokusu burnunuzda tüter mi bilmem. Sıcacık aşure biraz ellerinizi yaksa da içinizi ısıtan bu dostluk ve komşuluğu hissederken "Allah kabul etsin" duası dökülür dudaklardan.

Neden Allah kabul etsin? Çünkü Allah için dağıtıyoruz. Bir ibadet ayağı var bu işin. İmkanı olan insanlar bunu yaparken ulvi hislerle yaparlar. Kurban keser dağıtırız. Bayramda şeker alır, dağıtırız. Baklava yapar gelene ikram ederiz. Mevlidimiz olur, eşi dostu davet eder şekerler takdim ederiz.

Birey olarak yapılan tüm işlerin bir yönü hep topluma yöneliktir. Benim yaptığımdan kime ne? Hiç kimsenin dediğini takmıyorum? Cümleleri bizim kültürümüzün üretimi değil. "Hayır" demesini bileceksin, birey olduğunu hissedeceksin gibi laflar da boş bana göre. Kul olarak yapacaksın ve toplumu düşüneceksin. İşaret levhaları böyle gösteriyor.

Başkası adına yaşamak değildir bu. Başkalarıyla yaşamaktır. Kafayı kiralamak değildir bu, kafayı kullanıp "az"dan çok şey çıkarmaktır. Bencillik/egoizmden kurtuluşun yoludur bu.

Bir çok vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu ve belediyemiz aşure yapıp halkımıza ikram edeceklerdir, hayrına. Bunların reklam amaçlı olmadığına yürekten inanıyorum.

İnsanların karşılıksız bir şey yapmadığı toplumda yaşıyoruz. Peki, bunların karşılığını kim veriyor? Tabii biliyorsunuz. "Kim, Allah'a güzel bir borç vermek istemez ki?" Allah'a borç vermek düşüncesi bile harika hisler veriyor yüreğimize. Ne büyük adamlarla çalıştığımızda kendimize olan güvenin başarımızın yanında Allah'a borç vermek düşüncesini koyduğunuz zaman aradaki farkı ölçebilmek mümkün bile değildir.

Batının bireyselci bencillik kokan cümlelerini bir kıyıya koyalım. Bunu kişisel gelişim uzamanı olarak söylemek isterdim. Ancak yine de bilen biri olarak söylüyorum. Bizim kültürümüzde hem kendi işini yapıyorsun hem de birlikte yapıyorsun.

"Buyurun bir tabak aşure de siz almaz mıydınız?" diyerek sözü bağlayalım. Selametle.

.