Şimdi okullarımızda bu ayın değeri sorumluluk. Geçen ay “empati”, bir önceki ay “hoşgörü”, daha önceki “saygı” idi sanırım. Artık bu ülkede diğer kıymetli şeyler gibi değerlerimiz de bir zaman dilimine sıkıştırılmış. Kutlu Doğum haftası, Camiler haftası, vs. vs. Bu zaman tahsisi sanki konuşmak için uygun bir zemin tesis Edilsin diye konulmuştur. Efendim, malum-ı aliniz, bildiğiniz üzere bu hafta ….. haftası, dolayısıyla düzenlediğimiz konferans/seminer/şiir dinletisi… Hepsi geçerlidir ve meşrudur. Daha sonraki bir vakit anmak yasak değildir ama yakışık kalmaz sanki. Aslında her şeyin, her zaman vakti gelebilir ve biz o konular hakkında konuşuruz. Mesela ülkenin gündemindeki olaylar gibi her şey olabilir. Medyanın bilgilendirmesiyle/ yönlendirmesiyle millet olarak yoğunlaşırız mevcut olayın üzerine. Değinmeden geçmek bir kalem erbabına ayıptır böyle bir günde Soma Acısına. Konuyla ilgili olarak söylenmiş en güzel sözlerden biri olarak kayda geçsin isterim: “301 can kaybı, 77 milyon yaralı” Millet ve devlet olarak aynı acıda buluştuk ya, bu çok güzel bir hadise. Milletin acısı üzerinden farklı yorum yapanları bir yana koyacak olursak devlet adamlığının sorululuğu nasıl olurmuş apaçık gördük. Gözleri yaşaran Bakanımızı (Taner Yıldız) gördükçe gözlerimiz doldu. Hayat kurtaran fedakârları okudukça gururlandık. On beş güne tüm enkaz kaldırılır gönüllerdeki derin acıdan gayri. Belalar olabilir, depremler olabilir, kuraklık baş gösterebilir, seller basabilir… Düşmanlık belasından kurtulmak, beyinlerdeki depremleri gidermek, gönüllerdeki susuzluğa çare olmak, fikirlerdeki kuraklığı selleştirebilmektir mesele. Millet evlatları olarak her şeyi başarabiliriz paylaştığımız gibi acılarımızı. “Dostlar sağ olsun”, “Allah bir daha göstermesin” dualarıyla mukabele edilen taziyeler, yardımlaşmalar yakınlaştırdı milleti ve kenetledi. Devlet bir taraftan sivil toplum kuruluşları bir taraftan yardıma koşuyorlar. Bela her zaman bela olmaz. Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayr eyler Arif anı seyreyler Mevlam görelim neyler Neylerse güzel eyler. Dizeleri bize ulvi bir teselli veriyor. Görünüşte kulların hatası, ihmali, densizliği olsa da eceli veren Allah’tır. Rızkı kesilenin bu dünya üzerinde ömür sermayesi bitmiştir. 301 can, evlerinde uykudayken ölmüş olamaz mıydı? Ancak bizler dar aklımızla, görünen şartlara göre hüküm verdiğimiz için, acımız da büyük oluyor. Sorumluluklarını bilen insanlar, hangi ortamda ne konuşacağını, neler yazacağını bilen insandır. Belki sadece, yüreğine ateş düşenler bir miktar mazur görülebilir. Yaşlı kadın evladı öldüğünde taziyede bulunan Efendimize (sav) başını bile kaldırmadan “git başımdan” demiş ve kendisine O’nun (sav) Efendimiz olduğu haber verilerince özür dilemiş. Fakat Efendimiz (sav): “sabır, ilk an’dadır” demiştir. Allah için sabretmesini bilmek zorundayız. Hâdiselerin bir yönü kullara bakıyorsa diğer yönü Rabbimizle bakıyordur. Sevinç anında, bela esnasında haddimizi bilmek zorundayız. Haddini bilmek, bir sınırdan bahsetmektir. “Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur” sözü önemlidir bu noktada. Kullanım zamanlarına ve uygulama mekanlarına baktığımızda sınır belirten, sorumluluk hissettiren kavramlarımız vardır. Yasak, ayıp, haram… Geçen kürsünün başında öğrencilerimle de paylaştığım bir bilgi oldu bu. Yasak nerede ve ne zaman geçerlidir? Ayıp kelimesini kimler, ne zaman kullanırlar? Haram dediğimizde aklımıza neler gelir? Bir toplumda haram kabul edilenler, hem yasak hem de ayıp kabul edilirse o belde bir İslam beldesidir. İnsanlar mesai saatlerinde resmi kurumlarda “yasak” kelimesini kullanırken gelenekleri güçlü aileler de “onu yapmazsak bunu götürmezsek ayıp olur” gibi ifadeler kullanır. Ancak “haram” kavramı “ilahi” kaynaklıdır ve tüm zaman ve tüm mekanlarda haramdır. Belki fıkhî açıdan bazı önemli şartlar dışında hiç kimse “haram”ı meşru sayamaz. Eğer öyle bir densizliği yaparsa insani sorumluluğu sırtından atmış büyük bir cinayet işlemiş sayılır.