Delikanlı, öğretmeninin İstanbul'a gelişini haber veren mesajı aldığında sevinmişti. Edebiyat dersine son sene girmiş ve doğru dürüst bir gönül bağı da kuramamıştı ama öğretmendi, hal ü hatırı sayılır cümleler kurmuştu hakkında.

Davet, muhteşem Süleymaniye Camii'neydi. Dönemin son teknolojisi ile imparatorluğun belki de gücün kendisini hissettirdiği o eşsiz mekana gidecekti.

Dillere destan kuru fasulye yiyip ve küçük bir teşekkür edecekti. İstanbul'un canavar misali trafiğini atlatıp küçük dikdörtgen masanın etrafında üç kişiden biri olarak kırmızı bibersiz tereyağlı kuru fasulyeye kaşık sallıyordu. Öğretmeniyle yan yana oturuyordu. Masanın karşısında oturan fakülte son sınıftaki öğrenci, on parmağında on marifet varmış gibi yaptığı işleri anlatıyordu.

Daha önceleri farklı öğrencileri ile gelirmiş ve burada daha kalabalık olarak oturur, hem kuru fasulye yer hem öğrencilerini birbiri ile tanıştırır, hem de üniversite hakkında, dersler hakkında, hocaları hakkında; ne alemde, diye sorular sorarmış. Hele karneler gününde ki o duyuruyu; "İstanbul'da bir üniversite kazanırsanız, Süleymaniye Camii'nde kuru fasulye ikramı benden" tam yerinde icra etmenin hazzını yaşıyordu genç adam.

Süleymaniye Camii civarında defnedilmiş büyük zatları tanıtmak istemişti hocası. Kanuni türbesine girip çıkanlara dikkat etmeden yan taraftaki Mehmet Zahit Kotku'nun kabri başında Fatiha okuduğunu söylemişti. Lakin vakit daraldı ve ayrılma vaktinin geldiğini bildiler. Mimar Sinan'ın kabri başında mermer çeşmenin önünde, tokalaştılar ve delikanlı Eminönü'ne ulaşmak için küçük parke taşlarıyla döşenmiş yolların kıvrımlarında kayboldu.

Kaldığı yurda dönerken, bir hocasının kendilerini ziyaret için ve kuru fasulye ikram etmek üzere memleketten İstanbul'a kadar gelmiş, akrabalarını ziyaretin dışında, alış veriş yapmanın ötesinde sadece birkaç öğrencisine belki hayatlarının bir yerinde derinliğini fark edecekleri bir eylem ortaya koyduğunu düşündü.

Hocası bu ziyaretleri sırasında sadece öğrencilerini değil İmam Hatip Lisesindeki hocasını ziyaret edeceğini de duymuştu. Öğrenci-öğretmen arasındaki bu derin bağın nasıl bir güç olduğu ve yıllar sonra bile tazeliğini koruduğunu fark etti. Bugün gönül diyarında bir düşünce tohumu düştü. Yaradılışın güzelliğini her fırsatta dile getiren hocasının cümlelerini hatırladı.

Kuru fasulyenin ve az pilavın üzerine ayranı içip bu karışımının midede parçalanması devam ederken düşüncelerini takip ediyordu. Tıp fakültesini kazanmıştı. Millet ondan hizmet bekliyordu. Dönüp ödevlerini yapmalıydı.

İkindi namazından sonra hocasının kendi lisedeki hocası ile buluşmasına şahitlik etmek istediğini hissetti. Acaba hocamın hocasına karşı tutumu nasıldı? Başına sakalına kırlar düşmüştü, büyük hoca kim bilir neler anlatacaktı?

Tabi bilemezdi... Eskilerin öğrencilerinin daha sadıkane olduğunu... Kendisin de eskilerden kalma bir parlak ruh taşıdığını dile getiremezdi elbette... Lakin İstanbul, ah İstanbul, taşradan bir genci arzında yaşasın diye fakülteyi bahane etmişti.

Bu günü belki de ömrü boyunca unutmayacaktı, Tıp Fakültesinden okuyan genç...