Benim çocukluğum İnegöl'ün kenar mahallesi Mahmudiye'de geçti. Öyle bir kenar mahalleydi ki bizim sokaktan sonra dere boyu devam eder bir kaç dakikalık yürümeyle bedre deresinin o gümbür gümbür akan şarıltılı soğuk sularına ulaşmanız işten bile değildi. Dere boyu kavaklar diye bir türkü vardır. O türküyü her duyduğumda benim çocukluğumun dere boyunda ki, belki kavaklar değil ama elma bahçeleri, ceviz ağaçları aklıma gelir.

Sokağımızda "iskan evleri" diye adlandırılan, devlet tarafından projelendirilerek, eskiden köyümüzde çıkan yangın sonrası köy halkına destek olsun, hem başını sokacak bir evi, hem de hayvanlarını barındıracağı damları olsun, ufak tefek mahsulünü de yetiştirsin diye takribi 150-200 m2'lik arka bahçe de düşünülerek, tıpa tıpa birbirinin aynısı şeklinde şirin mi şirin tek katlı 500 m2 arsalar üzerine, sıra sıra inci dişler gibi dizilmiş müstakil evlerimiz vardı.

Arka bahçelerinde mısır, fasulye, vişne, armut, kiraz ağaçları, ön bahçelerinde dut ağaçları, incir ağaçları olan düzenli ve huzurlu bir sokak görüntüsü verirdi sokağımız.

Çocukluğumuzun o hareketli zamanlarında, bazı noktalar vardı ki, hem can sıkıntısını gidermek hem de çoluk çocuğuna göz kulak olmak için oturup hasbihal ettikleri, sokağımızın doğal mobese kameraları vazifesi gören komşu anneleri vardı. Onların o huzur veren güvenliğinin sıcaklığında, otokontrol altında olduğumuzun bilinciyle günümüzü gün ettiğimiz, yorulduğumuzda dut ağaçlarının, kiraz ağaçlarının gölgesinde dinlendiğimiz, şimdilerde ise sadece anılarımızda kalan, her bir metre karesi hatıralarla dolu o güzide sokağımıza sonra birden ne olduysa bir haller oldu.

Hiç tanımadığımız ensesi kalın, cebi şişkin amcalar geldi, birer birer bahçeli şirin evlerimizi alıp, yerine ruhsuz mu ruhsuz, tasarım zevki, insanca yaşam alanı olmayan üçer kat çifter daireli kibrit kutusu hapishaneler, pardon evler dikti. Zalim bankaların öde öde bitmeyen faizli kredileri ile geleceğini ipotekleyen sokak sakinlerine bir aldı altı sattı. Ne bahçe bıraktı, ne ağaç ne de gökyüzü. Güneşimizi, koşturduğumuz çayırlarımızı, top oynadığımız arsaları, gölgesinde dinlendiğimiz ağaçlarımızı bir bir çalan, güneşimize bir karabasan gibi ilelebet gölge edecek olan o beton yığınlarını dikerek sözüm ona güya kentleşti, modernleşti (!), çağ atladı (!) sokağımız.

Artık bizim çocuklarımız çayır görmeden, çayırdaki ayva ağaçları altında buluşamadan, ceviz ağacına çıkamadan, bırakın koşturup aa azacakları yolu, doğru düzgün yürüyecekleri kaldırımları bile kalmayan bir sokakta büyüyecekler. Ki her evin önünde sıra sıra arabaları olan, sıkışık mı sıkışık bu sokaklar hem bizim hem de çocuklarımızın geleceğini banka kredilerine ipoteklendiği çirkin sokaklar haline geldi.

Artık doğal mobese kameralarımız dışarı çıkıp oturamaz olmuşlardı. Zaten bir çoğu ya Hak'kın rahmetine kavuşmuş ya da evi barkı satarak başka mahallelere, şehirlere göç etmişlerdi. Olanda çıkamıyor, çoluk çocuğunu gözetemiyordu. Çünkü yedi yabancı sokağımıza gelmişti. Oturacak ne bir söğüt gölgesi kalmış, ne de iki lafın belini kıracak halk irfanı arifleri sokağımızın. Beton yığınları arasında olabildiğince kentleştikçe kentleşmiştik.

Hayallerimiz, anılarımız, umutlarımız müteahhit amcaların getirdiği dozerlerin o acımasız kepçeleriyle bir bir moloz olmuş, şehir çöplüğünde ki yerini çoktan almıştı bile.



Hayır yani, sanki bu şehri bu kadar büyüterek kime neye hizmet etmişti yöneticilerimiz? İnegöl'ü küçücük bir coğrafyaya beton yığınlarıyla sıkıştırıp, dikey şehircilik ile hangi müşkülümüzü hallettiklerini sanmışlar ve yeşili, maviyi satarak hangi günahlarının keffareti saymışlardı merak ediyorum doğrusu.

Kızılderililerin o meşhur şefi Seattle'nin Amerkan başkanına yazdığı mektubunda dediği gibi "Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak."

Umarım, tabiattan uzaklaştıkça insanlığımızdan da uzaklaştığımızı, toprakla meşgul olmadıkça birbirimizin günahlarıyla meşgul olduğumuzu ve bir felaketin tam ortasında avazı çıktığı kadar bağıran insanlığımızın tel tel dökülen taraflarını fark edecek feraset ile tersine bir dönüşümü başlatacak bir medeniyet inşa etmenin zamanı geldiğini anlarız. Ve inşallah en kısa sürede, yöneticilerimizin ellerini çabuk tutması gerektiği bu acı gerçeği her fırsatta haykırarak uyuyan bir umudu canlandırmış olmak bilinciyle kuşanırız.

Aksi halde ne çocuklarımıza bırakacak tek metre kare bir insanlığımız, ne de Allah'a cevabını kolay verecek bir hesabımız olur.