Ahmet Taştan’ın geçtiğimiz hafta kaleme aldığı “din büyüklerine nasıl bir bağlılık” temalı yazısı üzerine bir kaç anı, dua ve de yorum eklemek istiyorum.

Kıldığım namazların ardından 10 küsur yıldan beri ‘Allahım, beni bu cemaatten ayırma’ duasını ettim. Ta ki ‘Siyasetten şeytandan Allah’a sığınırım’ cümlesini sarf ederken; bu kişilerin boğazına kadar siyasete battıklarını görene kadar.

Yaklaşık 6 aydır da bu cümleleri çıkardım duamdan. Şimdilerde ‘Allah’ım beni yolundan ayırma’ cümlesini daha da kuvvetlice söylüyorum.

Ben bu duayı ettiğimi arkadaşlarıma anlatırken; itiraz etmişti İmam Hatip Lisesi’nde 5 yıl aynı sıraları paylaştığım bir dostum.

Geçen hafta Ahmet Taştan hocamın ‘Fikir doğru olsa dahi yöntem/metot yanlış olursa yol bizi nereye götürür hiç düşündük mü?’ sorusuna benzer bir soru yöneltti bana: ‘Ya ayrılmayı düşünmediğin o cemaat, bir gün yanlış yolda yürürse ne yapacaksın?’

Aslında can alıcı bir soruydu ama böyle bir şey mümkün olmadığına göre cevap vermeye bile gerek duymamıştım. ‘Öyle bir şey olmaz’ diyerek kesip atmıştım.

Demek ki oluyormuş diyorum bugün. Biz mi samimi değiliz, yoksa Rabbim bize doğrusunu mu gösterdi onu belki bu dünyada ama kesinlikle ahrette göreceğiz.

Buy noktada sorulması gereken çok soru var. İslami gruplar, kendi gelecekleri adına mı hareket ediyorlar; yoksa dertleri ümmetin, memleketin, İslam aleminin geleceği mi?

Bu soru sadece bir cemaatin sorması gereken bir soru değil. Tüm İslami grupların ve de içinde yer alanların sorgulaması gereken bir soru. Sorgulayanın da eğer bir hata görüyorsa bunu üst tabakaya ifade etme mecburiyeti var.

28 Şubat’ta inim inim inleyenler, şimdilerde iktidarla olan ilişkilerini hak çerçevede mi, yoksa karşılıklı menfaat ilişkisi noktasında mı sürdürüyorlar?

Tüm İslami grupları bir zan altında tutma derdinde değilim. Zira Allah rızası için çalışan, çabalayan, yüzlerce binlerce dernek, vakıf, cemaat ve tarikat var. Sadece bu tür meselelerde tarzımız ne olacak onu sorguluyorum.

Meseleyi genelden yerele taşıyalım isterseniz. Biliyorsunuz 23 Nisan çekilişi İnegöl’de yapıldı.

O dönemde bir siyasi parti ile o partiye yakınlığı ile bilinen derneğin dışında hiçbir sivil toplum örgütü bu mesele ile ilgili açıklama yapmadı.

Hükümete 17 Aralık meselesi dahil destek konusunda sıraya giren İslami cemaat ve grupların dernekleri sus pus oldular.

O dönemde sevdiğim bir ağabeyim ‘Bu konuyu neden basın yazmıyor?’ diye sorduğunda şu yanıtı vermiştim: “Ne zaman hükümete destek veren dini cemaat ve grupların dernek ve yönetimleri bir araya gelir bunu kınar. O zaman yazı yazarım. Yoksa hep kötü adam rolünü basına oynatmanın bir anlamı yok’

Yazmadım ve bekledim. Milli Piyango’yu İnegöl’de istemiyoruz diyen muhalif bir parti ve derneğin dışında gıkını çıkartan olmadı.

İşte iktidar ilişkisi bazen sizi hakkın yanından da uzaklaştırıyor. İktidarların gelip geçici olduğu, iktidar ile iyi ilişkilerin de gelip geçici olabileceğini şeyhler, hoca efendiler, ağabeyler, onların yerelde temsilcileri bilmeli, öğrenmeli.

Bir cemaat bunu acı şekilde öğrendi. Siyaseti kuşatmanın, devlet içinde devlet olmanın ne kadar yanlış bir yol olduğunu kavradılar mı kavramadılar mı bilmem. Ama halkın nezdinde itibarlarını büyük ölçüde yitirdiler. Hakkın nezdinde de yitirdi iseler vay hallerine.

Aynı yanlıştan yürümemek adına diğerleri için de bu bir ders olmalı. Gerektiğinde inandıkları ile iktidarın yaptıkları çelişiyorsa tepkisini uygun bir dille iletebilmeli.

O grubun içinde yer alanlar da aynısını yukarılara doğru bildirip; gerekirse Hakkı değil grup ya da kişi menfaatini ön planda tutanlarla yollarını ayırabilmeli.

Ahmet Hocanın sözleriyle bitirelim: “Hocalarımız, ağabeylerimiz, şeyhlerimiz her kimse, dinleyip feyiz aldığımız, kimselerin sözlerine dikkat etmeliyiz. Dine mi bağlıyorlar, kendilerine mi bağlıyorlar fark etmek mecburiyetimiz vardır”