Daralan yüreğinin kendisini nereye götüreceğini bilmeden yola koyuldu. İçini yokladı, neden sıkılıyordu, kaybolan bir mücevheri arar gibi aradı nefsinin karanlık dehlizlerinde. Zor geliyordu böyle anlamsızca yazmak. Bir yerlere başını çarpmak ve ne dökülecekse onu dizmek istiyordu satırlara.
Yazmaktan yani sürekli doğum yapmaktan yoruluyordu zihni. Gaflet perdelerini yırtamamış gözleri hakikati göremiyorsa, kulak kabartmadığı diyarlardan hakikatin gür sesini duymamışsa ne yapsın kalemi? Her gün okuduğu onca haberin kareleri resmi geçit yapsa bile hayal perdesinde yine de toparlayamıyordu zihnini.
Okulda yaşadıklarından bahsetse kimi ne ilgilendirir bunlar. Ancak İsmet Özel’den kaptığı bir cümleyi anımsadı; “günlük yazıları günlük olmaktan nasıl çıkarırız?”
Velhasıl yazar kendi günlük yaşantısından bir şeyler paylaşsa da bakmasını bilenler, satır aralarını okuyanlar başka kapılara ulaşacaktır. “Demek ki orada böyle oluyormuş, vay be analar neler doğuruyormuş” denilecektir.
Bir değişim yaşamış, bir güzelliğe kanat açmış hanımefendi öğrencisiyle masa başı yapılan iki dakikalık muhabbet vardı gününe damgasını vuran. Merak ediyordu insan neden bu kadar gecikti diye. Ailesi tarafından baskı yapılmadığını bilmek istiyordu. Zira inanç işi asla baskıyla gerçekleşemez. İnanç , ikna işidir. Aklın ve gönlün iknası ile yer edecek bir şeydir.
İnsan böyle olaylar karşısında derin düşüncelere dalıyordu. Aklının kabul ettiği, gönlünün boyun büktüğü şeyi insan neden yapamaz? Asıl sır ya da zehir burada. Gevşeklik mi, tembellik mi, mevcut halden memnuniyet mi? Nereden bilsin, nasıl söylenir bilemiyordu hatta rahat sanılan bir yaşamın etkileri mi, çevredekilerin kınanmasından çekinmek mi?
İnsan kendini tam da buradan seyredebiliyor. Yüksek bir yerden -her yere hâkim bir tepeden- etrafı seyretmek gibi. İnsanın kendisini bir tepeden seyretmesi… Sağını, solunu, önünü ardını görebildiği bir yer bu inanç noktası. İman ediyorsa bir bütünü kabullendiğini bilmesi gerekiyor. Kalp ki beden ülkesinin padişahıdır, sevdiklerinden kolay kolay vazgeçemez. Öyleyse bu bilinci, bu şuuru sulandıran nedir?
Basit bir başörtüsü mü, sıradan bir saç-baş kapama işi mi?
Başını örten de bilir örtemeyen de hisseder ki bu zor bir iş. Bir defaya mahsus olsa ya da bir rol icabı olsa veyahut da folklorik bir eylem olsa belki rahatça örtebilir insan. “Ancak bundan sonra böyle” saçının telini mahreme göstermeyeceksin. Gür saçlarının mekânı olan başını ensesinin etrafında ani hareketlerle çeviremeyecektir artık. Saçlarının arasından akıp giden rüzgârların serinliğiyle ferahlayamayacaktır bundan gayri. Sıcak havalarda buram buram terlese de kendinden bir parça olandan vazgeçmeyecektir.
Başını kapatmış bir öğrenciyi tebrik etmek gerekir miydi? “Zaten yapması gerekiyordu” gibi bir kabalığı mı yakıştırmalıydı kendine insan. Hayır, hem tebrik etmeli, kutlamalı hem de sürecin nasıl gerçekleştiğini öğrenmeliydi. Uzun zamandan beri düşünüp aniden verilmiş bir karar mıydı yoksa sindire sindire gerçekleşen bir gelişme mi?
“Önce başını örtüş şekillerini mi öğrendi? Annesinin örtülerinde mi denedi? Kendisinin daha önce bir örtüsü var mıydı?” soruları magazin dünyasının meraklı soruları idi.
“Psikolojik arka planı neden merak ediyorsunuz ki” diye bir cevap alabilirdi, “kapandım işte bu kadar daha neyi öğrenmek istiyorsunuz, öyle yada böyle olmuştur ne önemi var? Şimdi geçmişteki hataları telafi zamanı, başörtüsüne layık olma zamanı bundan gayrisi. Bir sancak gibi temsil ettiği anlamı yaşatma zamanı artık… Geride kalan geride kaldı, ileriye yürüyoruz artık, hatırlamak istemediğim noktaları sizin merakınız gidermek için ya da kendinizce tatlı bir ibretlik hikâyeniz için malzeme olmak istemiyorum” deyiverirse öğrenci hanım…
O da haklıdır. Samimi olmak, “öyle olmaktan başka hale bürünemeyen” nefislere hayran olmaktan başka çare kalmıyor insana.
İnançla başını örtmüş insanlara da küçük bir not; “en güzel, en hayırlı elbise takva elbisesidir.” Kış geliyor diye değil sıcak cehennem ateşi yaklaşıyor diye takva elbisesine bürünmek lazımdır vesselam.