Daha önce hiç böyle bir ders dinlememişti. Haftanın son saatine, bir paçavra gibi fırlatılış olan çok sevdiği edebiyat dersinden hiç bu kadar etkilenmişti genç kız. İlgi ile dinledikleri gönlünde müthiş rahatlamalara vesile olduğunu hissediyordu.

Sınıfta çıt çıkmıyor. Her şey bir önceki hafta gibiydi. Aynı ders, aynı sınıf, aynı hoca... Lakin bir farklıydı bugünkü dersin konusu. Edebiyatın tarihle ve diğer ilimlerle ilişkisini anlayalı çok olmuştu. Ardından destanlar döneminde doğal ve yapay destanları, Türk destanları ve diğer milletlerin destanlarını öğrenmişlerdi. İlk yazılı anıtlarımızı da okumuşlar ve oradan devlet düşüncesi, siyaset ve yaşam biçimlerini de kavramışlardı.

Çok gerilerde kaldığı için hayatının kıyısına bile dokunmamıştı o konular. Şimdi modern dünyanın çağdaş gençleriydiler. Her şey bambaşkaydı.

Dersler devam ediyordu. Ardından dört büyük kitabı okudular. "Dört kitabın manası/Bellidir bir elifte" diyen Yunus'u hatırladılar. Dinin dört kutsal kitabı değildi belki ama dilin kutsal sayılacak dört kitabıydı bunlar: Kutadgu Biliğ, Atebetü'l-Hakayık, Divan-ı Hikmet, Divan-ı Lügati't-Türk...

Ancak bu son ders bambaşkaydı. Tekke edebiyatına giriş yapıyorlardı. Tasavvuf konusunda yetkin bilgilere sahip olduğu anladı genç kız, hocasının. Dersin başlarından tasavvufun kaynağından bahsetmişti.

"-Bembeyaz elbiseli bir adam gelip edeple Efendimizin (sav) dizine dayadı dizlerini..." deyince sınıfın o anki hali görülmeye değerdi. Başını, sırasına gömen öğrencilerin bakışları aralandı. İlgiyi fark eden öğretmen tasavvufun çıkış noktası olan o çok meşhur Cibril Hadisini rivayet edecekti. "-Cibril kimdir?" "-Cabraiiiil" "-Evet, bu hadis öyle bilinir." Efendimize (sav) sordu; "-İman nedir, İslam nedir, İhsan nedir, kıyamet ne zaman kopacak?" Hem soruyor hem de verilen cevaptan sonra "-Doğru söylüyorsun!" diyordu. Sahabeler şaşırdılar bu hale. İmanın şartlarını biliyorsunuz dediğinde öğretmen, sınıfta eğilen başlar onayladı. İslam'ın şartını da bilirsiniz ama ihsan nedir? "-İhsan" dedi Peygamberimiz (sav); "-Sen, Allah'ı görmüyorsan da Allah'ın seni gördüğünü bilerek ibadet etmendir" dedi sonra kalkıp gitti.

İşte tasavvuf buradan başladı. Tasavvuf kaynaklarında verilen bilgiler bu doğrultudadır. Ancak bazı araştırmacılar da bazı benzerliklerden yola çıkarak tasavvufun Hint Budizm'inden geldiğini savunurlar.

Tasavvuf tarikatlarla şekil bulur. Siyaset yapmak için nasıl partiler gerekiyorsa, onun gibi. Tarikatlarda İslam'ı samimiyetle yaşamak adına nasihatler yapılır. Kıymetli hayatların hikayelerinden güzel nasihatler dinleyenlerin ruhlarına işler.

Tasavvuf edebiyatında ortak kavramlar kullanılır. Şeyh Efendi, saki'dir, yani içki dağıtan bir sakadır. Tekkeler birer meyhanedir, orada mey (içki) içilir ki bu da zikr-i ilahidir. Allah aşkı kadeh kadeh içilir ve gönüller mest olur. Tasavvuf edebiyatının bu kavramlarını bilmezseniz yanlış anlarsınız.

"Tasavvufun temelinde nefsimizi kontrol altında tutmanın önemini bilmek gerekir" dediğinde öğretmen, genç kız içini mana aleminde görmeye çalıştı. Öğretmenin gençliğinde sıkça ve beğenerek dinlediği İbrahim Ethem'in hikayesi düşmüştü aklına.

"-Hocam ne olur anlatın" diyen nazlı isteklere cevapsız kalamadı öğretmen. Haftanın son saati ve yorgunluk süzülüyor davranışlardan. En güzeli ilgi duyulan yoldan devam etmekti.

İbrahim Ethem, ki Belh ülkesinin sultanıdır. Bir gecede tahtını bırakır ve dervişlere takılır. Bir gün dağlarda gezerken eski dostu Şakiyk ile karşılaşır. Önce selam sonra kelam... "-Rızık konusunda ne yaparsın Ya İbrahim!" dediğinde o da; "-Bulunca yerim, bulamayınca sabrederim" dediğinde, Şakiyk; "-Onu Horasan'ın köpekleri de yapıyor" dedi. İbrahim Ethem merakla; "-Siz ne yapıyorsunuz rızık konusunda ya Şakiyk?"der. O da; "-Biz, bulunca dağıtırız, bulmayınca sabrederiz. Ethem; "Ben daha yeniyim" dediğinde Şakiyk "-Senin gibi yeninin ayak tozu olmak isterim" der.

Bir gün deniz kıyısında balık ağını söker, sonra diker. Balıkçı ona bakar ve "-Söktün niye dikiyorsun, diktin niçin söküyorsun?" der. Ethem "-Nefsimi meşgul ediyorum. Ben onu meşgul etmezsen o beni meşgul ediyor."

Biraz sonra valinin askerleri gelir. "-Seni saraydan çağırıyorlar" der. "-Saraya, evet geleceğim saraya, sadece beyaz gömleklilerin alındığı saraya geleceğim ama şimdi değil." Komutan, iğnesini alır elinden "-Neden gelmiyorsun, bu iğneye mi güveniyorsun?" "-Belki de keramet o iğnededir" der Ethem ve iğnesini ister ama komutan denize atıverir iğneyi. İbrahim Ethem aniden balıklara seslenir "-Balıklar! Getirin iğnemi" dediğinde bir balık ağzında iğne ile geliverir.

Öğrencileri de etkilenmişti bu anlatılanlardan. Görüyor gibiydiler sahilde ağzında iğne ile bir balığı. Ethem, "-Eyvahlar olsun sırrı açığa vurdum" der. Komutan "-Sen ki koskoca İbrahim Ethem'sin" der. Balıkçı "Sen meşhur İbrahim Ethem misin?" deyince Ethem kendini kınar: "Vah mürayi (riyakar)Ethem vay... Ha sultanken şöhret ha onu terk edince şöhret."

Ders daha nice güzel kıssaların anlatımıyla devam ederken zil çaldı. Öğrenciler "-Hocam ne güzel bir dersti, ne güzel anlattınız" deyince "-Güzellerin isimleri anıldığında, her şey güzel olur" dedi hocaları, zilin sesi gönüllerdeki muhabbeti taşırken koridorlara.