Bu ifadeyi Mevlana Celaleddin-i Rumi kullanmış Hallacı Mansur'un idam edilmesinden sonra. "Ene'l Hakk" dediği için Mansur küfre girmiştir ve bu sebepten dört mezhebe göre idam edilmesine hükmedilmiş, diye okumuştum bir kitapta. Mevzu hakkında bazı alimler yorum yapmış mesela İmam Şibli; "Ben Mansurla aynıydım ama o sırrı ifşa etti ve başına bu geldi" demiştir.

İşte, Mevlana Celaleddin de bu nokta şunu demiş. "Hallacı halk darağacına astı, eğer Mansur benim düşüncelerimin ufkunu bilseydi o beni darağacına asardı."

Bir düşüncenin ufku neresidir? Hangi akıl belirler bu sınırı? Ya da böyle bir şey diyebilmek mümkün müdür?

Yani tüm bilinenleri toplamış bir aklın, o konuda bir cümle daha eklemesiyle mi oluşur? Yoksa cüret edilmeyeni söyleyebilmek midir? Cahil cesaretinin ürettikleriyle; bir alimin ilim kudretiyle söylediklerini aynı mı değerlendirmek gerekir? Birçok insanın aklını kilitleyen ifadeler midir düşüncenin ufku? Bilemiyorum.

Kuyuya atılmış bir taş için uğraşan kırk kişinin çabasıyla ulaşılacak bir makam mıdır, onu da bilmem. Lakin fıkıh, tefsir, hadis gibi İslami ilimleri bilen bir müderrisin aşk vadisinde ilerleyerek mutasavvıfa dönüşmesi sonucunda dudaklarında dökülen inciler midir düşüncenin ufku? Onu da bilemem ancak benim aklımı etkileyen, gönlümü coşturan ibareleri paylaşmak istiyorum.

"Ben bir demirim, mıknatıstan kaçıyorum.

Bir saman çöpüyüm mıknatıslara yan çizmişim."

Ne anlıyorum biliyor musunuz? Demir üzerine düşünmem gerektiğini... "Demiri biz indirdik" (Hadid 57/25) buyuruyor Rabbimiz. Demir; gücün, kuvvetin, kudretin sembolü ve nesnesidir. Demire sahip olan ve onu işleyen, onunla silah yapan, onu kullanan güçlüdür. Lakin bir mıknatıs diye bir şey vardır ki onu kendisine çekiyor, yakıştırıyor. Sanki hapsediyor ve onu güçsüz kılıyor. Yaratılışına yerleştirilmiş zafiyet kokan bir cazibeye tutulmuşta onun peşinden gidiyor.

"Mıknatıstan kaçıyorum" dediği insan bedeninin zaafiyetlerini oluşturan her ne varsa onu yendim, kısıtladım, kontrol altına aldım demek istiyor. Tasavvuftaki az yemek, az uyumak, az konuşmak prensibi. Bedenimdeki zaafiyete teslim olmadan bir saman çöpü misali direnmekten bahsediyor. Mıknatıs, saman çöpünü çekmez. Değersiz gibi görünse de zaafiyete teslim olmamanın hazzını yazıyor. Yan çizmişim, cazibeye kapılmamışım, demirim ama saman çöpü gibi zayıf çelimsiz görünüyorum ve kurtulmuş oluyorum, diyor.

"Bir bakarsın altınla aldatır beni o.

Bir bakarsın şanla şerefle aldatır."

İnsanın zayıf tarafından biri de budur. Hz. Peygamberimize davasından vazgeçsin diye teklif edilmedi mi? Sana birçok para verelim, seni başımız yapalım lakin şu kelime-i tevhit davasından vazgeç, atalarımızın dinini kötüleme, gençlerimizi yoldan çevirme.

Dünya ve dünyalıklara tapanların en temel özelliği budur. Herkesi kendileri gibi sanır ve kendisindeki zaafiyetin üzerinden tekliflerini sunar. Ancak kendisine çok azı dahi sunulsa bile kendini satacak adamlar, Hz. Peygamberin bu tutumuna akıl sır erdiremiyorlar. Akıl almaz şaşkınlık yaşıyorlar. Altına talip olanlar bir sarraf dükkanı açarlar ya da altın madeninin peşinden giderler.

"Güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz, ben davamdan vazgeçmem" diyen dava adamlarının düşünce ufkunu fark edemez, cazibesine tutsak olanlar ya da her türlü cazibeye kendini kaptıranlar. Hele ki şu dizelerdeki engin ve derin düşünceyi okuduklarında hayrettin küçük dillerini yutarlar.

Hava, toprak, ateş, su da neymiş ki

Altı yön de neymiş,

Beş duyu da ne?

Benim için hiçbir şey umurumda değil.