Uzun bir yolculuktan döner gibi yorgun hissediyordu kendini. Yaşadıkları arasında bir aşikar sır yakalamaya çalışıyordu. Küçük halkadan başlıyor düşünmeye sonra halkalar yavaş yavaş genişliyordu. Düşüncesinin merkezine "kendini" ve "kendi başına gelenleri" düşünüyor, sonra "milletinin başına gelenleri" daha sonra da okuduklarından öğrendiği kadar "geçmiş milletleri" düşünüyordu.

Tekerrür edip duran bir yığın kurallar vardı. Sünnetullah ta bir değişim yoktu. Arşa istiva eden Rahman'ın kuralları bağrında bin bir hikmet taşıyarak yatağında akan bir ırmak gibi akıp gidiyordu. Bu düşünce iklimindeyken Yunus Emre'nin şiirlerinde daldı yine. Ruh halinin aynadaki yansıması zannettiği şiirden etkilenmişti öteden beri. Şimdi de o şiirlerin kelimeleri üzerinden tefekkür etmeye çalışıyordu.

Yüce bir gönülden dökülen manaların deryasında yüzmek istiyordu. "Kahrın da hoş lütfün da hoş" nakaratlı şiiri okuyunca aradığını bulmuştu. Şiiri okudu ve ağır ağır düşündü, düşündü...

Bir insan bu mertebeye nasıl ulaşmıştı. İki zıt olarak bilinen şeyler, ruhunu aynı noktada nasıl eşitleyebilmişti. Yani "Cana cefa kıl ya vefa / Kahrın da hoş, lütfün da hoş / Ya dert gönder ya deva / Kahrında hoş, lütfün da hoş." Nasıl düşleyebilmişti bu satırları Yunus Emre?

Cefa ile vefa, kahır ile lütuf, dert ile deva gibi haller nasıl bir yürekte aynı tesiri yapardı. Tabii burada her şeyi yoktan var eden, rızık veren ve bir gün hesap için huzurunda toplayacak yüce Allah'ın özne olduğunu düşünürsek zıtlıklar bile tevhid olurdu. Yani aynı sonucu verir. "Lütfun da hoş, kahrın da hoş." Her ikisinin sonucunda bir "ilgi toplamak" vardır. Bu dünyada Rahman'ı unutan insanları, Allah da kıyamet günü dikkate almayacaktır, onlar unutulmuş gibi hissedecekler kendilerini.

Rahman ister dert göndersin, isterse deva göndersin Hz. Eyüp (as) misali ona bağlı bir gönül için değişen bir şey olmaz. Çünkü o kişi Peygamber Efendimiz (sav)'in sözünü bilmektedir. O şöyle buyurur; "Müminin haline şaşarım, başına bir "bela" gelince "sabreder" sevap kazanır. Başına bir "nimet" gelince "şükreder" yine sevap kazanır." İman eden gönlü bu seviyeye getirmek gerekirdi zaten. "İnandım demekle bırakılmayacaktı insanlar" Ankebut suresindeki ayetlere göre. İman bir iddia ise ispat gerekecekti. Herkes iyi gün dostu olabilir ancak sıkıntılarda gerçek inanmışlar ortaya çıkardı.

Hoştur bana senden gelen/Ya hilat-ü yahut kefen/Ya taze gül yahut diken.../Kahrında hoş lütfun da hoş.

Düşünce sistemi kurulmuş; zıtlıkların kardeşliği üzerine... Yeter ki Rahman'dan gelsin sevgili kuluna, dert değil. Tabii bu geliş, bu dert göklerden olmayacaktır her dem. İnsanların elinden zuhur edecektir çoğu kere. Kul olarak elinden geleni yapmış biri olarak yine de başına dert geliyorsa sadece katlanmak gerekecektir. "Ya ama hiç suçu yokken", "kimseye bir zararı dokunmazken neden bunlar geliyor başına" diye yakınma yok.

İskilipli Atıf Hoca'ya çilekeş eşi aynen böyle söyler. "-Efendi, hiçbir suçunuz yokken neden bunca sürgün, mahkeme, hapis? Sus işaret yapar Atıf Hoca ve "Efendimiz (sav)'in ne suçu vardı da onca eziyetler yapıldı?" deyiverir.

İsterse hilat (Osmanlı döneminde, padişahların, gönül almak ya da ödüllendirmek için bir kimseye giydirdikleri, çok değerli bir kumaştan ya da kürkten yapılmış kaftan) isterse kefen yani ölüm olsun fark etmez. Doğru, samimi, ihlaslı bir gönülle, Rahman'a bağlandıktan sonra kaftan/gülün ile kefenin/dikenin bir farkı yoktur.

Bir şeyhe demişler ki "Efendim yağan yağmurlar sizin falanca mevkide ki bağınızı perişan etmiş. Şeyh elini kalbinin üzerine koymuş "-Elhamdülillah" demiş. Biraz sonra tekrar bir haber gelmiş "Efendim az önceki haber yanlışmış, sizin bağınıza bir şey olmamış" denilince elini kalbine götürmüş bir kez daha "-Elhamdülillah" demiş. Nedenini sormuşlar. "Dünya malına bir zarar geldiğinde kalbimde bir üzüntü zuhur etmedi ben de hamd ettim, sonra zarara uğramadığını duyunca kalbimde bir sevinç duymadım ve buna da hamd ettim" der.

Gelse celalinden cefa/ Yahut cemalinden vefa/ İkisi de cana safa:/Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

Esma'ül Hüsna'dan iki anaç isim; celal ve cemal... Ululuk büyüklük anlamına gelir El -Celal...El-Cemal ismi ise Allah'ın lütuf, şefkat, af, ihsan, cömertlik, ikram gibi sıfatlarını barındıran anlamlar taşır. Senin bir takım vasıflarının gereği bana ulaşan her ne varsa canıma safadır, beni mutlu kılar. Ne güzel bir gönüldür bu böyle.

Bu gönül Bakara suresindeki (216. Ayet) ilahi tavsiyeye iman etmiştir. Ne diyordu orada "Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."

Şiir onu başka bir yolculuğa çıkarmıştı. Gönlündeki yorgunluktan eser kalmadı. Şiirle düşünmek onun için bir tedavi yöntemi haline gelmişti sanki. Birkaç dörtlük atladı ve son kıtayı da okuyup şiiri tamamladı.

Gerek ağlat, gerek güldür/Gerek yaşat gerek öldür/Aşık Yunus sana kuldur/Kahrında hoş, lutfun da hoş.