Malumdur ki bazı önyargılarımız vardır. Bunlar zihnimizin ortasında görülmeyen kalın sınırlar çizer ve uzun zaman kilitler bizi. Aklımızın esir eden bu çelik kabukları parçalamak zordur. Zira onlar zaman içinde işimize yaradığı gibi hayatımızı da kolaylaştırabilir. En sonunda "kaldıralım" deyince bunca ülfetten sonra gönül kırgınlığı bile olur.

Hani bir dostunuz vardır ve size zararı olmaya başladığında terk etmek zorunda kalmıştınız ya... İşte öyle bir halde kalırsınız, lakin gönlünüz de bir nokta derinden cız eder o zaman.

"Kral çıplak" demek lazım diyenler her zaman hakikati görenler midir? Ya kral çıplak değilse... Duralım şimdi burada ve "kral çıplak"ın hikayesini hatırlayalım: Zalim kralın biri dünyada kimse de olmayan bir elbise dikmelerini istemiş. İki uyanık terzi, "sadece akıllıların görebilineceği bir kıyafet" dikeceklerine ikna etmişler kralı. Günlerce uğraşmışlar ya da uğraşır gibi yapmışlar. Halkın arasında sadece akıllıların göreceği bir kıyafet hazırlandığı söylentisi yayılmış. Bir gün törende o kıyafetle halkının arasına çıkmış. Tüm halk susmuş, kimse bir şey diyemiyormuş.

Gözleri ile görüyorlar ama yürekleri korkuyorlarmış. Akıllarının şaşkınmış. Koskoca kral nasıl böyle çıplak vaziyette halkının arasına çıkarmış. O esnada küçük bir çocuk "A kral çıplak" diye bağırmış. Halkın da beklediği buymuş. Kral böbürlenmiş göğsünü indirip üstü başına bir bakmış ki hakikaten çıplak. Tabii uyanık terziler sırra kadem basmışlar.

Bu olaydan tevellüt, "kral çıplak" demek aslında gördüğünü söylemekten ibaretmiş. Yürek korkularını ve akıl tutulmalarını bir kıyıya bırakıp gözlerinin gördüğünü söylemekmiş.

Gelelim sadede...

Ülkemizi yöneten seçilmişler hakkında ileri geri konuşup "tabii biz kral çıplak diyoruz" gibi bir kahramanlığa soyunduklarını sanan üçkağıtçı uyanık terzi uşaklarına... Onlar bilsinler ki kral çıplak değil. Artık bu ülkeden çıplak kimse kalmadı veya kalmayacak. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın çizgisinde yürüyen bir anlayış halk tarafından seçilmiştir.

Seçim günü şahit olduğumuz bir olay bu hakikati yansıtıyordu. Seçim memuru arkadaşıma "nerede başbakanın işareti?" deyip mührü basarken "nasıl ona basmam a evladım, aha bu koca geline maaş bağladı bana baktığı için, bana da aylık bağladı."

Kanuni düzenlemelerle kimlere yardım yapıldığını bildiğimiz gibi beldeleri beldelere bağlayan otobanların sadece şehirlerin değil gönüllerin arasına kurulmuş olduğunu da biliyoruz. Bunları cümle alem biliyorken bir çocuk aklı misali bir çığlık koparmak doğru mudur?

Her kral çıplak diyen hakikati mi söylemiş olur? Ya da ucuz kahramanlığını mı haykırmış olur? Varın orasını da siz düşünüm artık.

Dokuz köyden kovulduğunu sananlar var aramızda. Neden? Çünkü her zaman doğruları söyler onlar? Doğru dedikleri nedir? Düzeltilmeye çalışılan eksikler ve giderilmeye çalışılan kusurların bir noktasından tutup dillendirirler. Hem de düşmanca, kaba ve sert bir biçimde.

Sapla samanı ayıramayan dar görüşlü insanlar, her şeyi sahnenin önünde oluyor sanırlar. Doğrusuna dibine kadar bağlı insanlar bir ömür onun peşinde koşalar. Yapay ve suni sebeplerin adına düşüp de onu hakikat sanarak oralığı ayağa kaldırmaz. Zira her olay, her durum hakkında baktığın yere göre yorumlamalar mümkündür.

Dikkat edilirse kafamızda kabullendiğimiz bir takım doğrular vardır. Bunlar gözümüzdeki gözlükler gibidir. Cam çatlamışsa her şeyin bir tarafı kırık gibi, çatlamış gibi görünür. Bir dönem geçerli olan ön yargılarımız bir dönem sonra kullanıp tarihi geçmiş oluyor. Son kullanma tarihi geçmemiş fikirlerle hayata bakmak ne kazandırır ki.