"Kusursuz dost arayan dostsuz kalır" buyurmuş Hz. Mevlana. Kusur, kula yakışır. "Yakışır" dediysek de her daim kusur yapalım demiyoruz. "Kusur, gören gözedir" buyurur Tapduk Emre, Salı akşamları.

"Kusur örtmede gece gibi ol" düsturunu aklımızdan çıkarmıyoruz. Zira kusurların insana haddini bildirmesi yok mu? Bu, harika bir haldir. Kusurunu yok sayan, tez zamanda kendini zalim bir tiran, tagut ya da diktatör ilan edebilir. Zalim olmak zor değildir, bedenine kibir damarları döşenmiş insan için.

Peki, gayretimiz ne olmalıdır? Maden ki "sıfır kusur" mümkün değil ya, ne yapacağız?

Evvelen kusurlu olduğumuzu, kusur işleyebileceğimizi kabul edeceğiz. Bu ön kabul, bizi mecburiyet dairesine itmez, itmemeli.

Kendimizin kusurları için gerekçeler üreten beynimize ufak bir emir daha vereceğiz ki başkalarının da kusurları için gerekçeler üretsin. Onları mazur görecek ve bir kasıt gördüğünde suçu kadar yüklenecek ve ceza kesecektir.

Mecbur kalmış birinin yaptığı kusurları, onun halini öğrendikten sonra anlayışla karşılayabiliyoruz değil mi? Ancak kızdığımız ve bizden olmayan birilerinin kusurlarını asla anlayışla karşılamıyoruz ve hatta affetmiyoruz.

Çünkü onunla aynı yerde durmuyoruz. O, karşı taraftan, olduğu için bizim vazifemiz kusur avcılığı yapmak. Bir defa daha karşısındakine hak vermemiş biri olarak bekliyoruz o noktada. Güzelliklerine bir kez onay versek inançlarımızdan kopacakmışız gibi, geleneklerimize aykırı davranacakmışız gibi hissediyoruz kendimizi.

Bu nedenle "hakikat açısından" bakmıyoruz hayata, olaylara ve kişilere. Hakikatin peşinde değilsek neyin peşindeyiz? Egomuzun peşindeyiz, neyin olacak. Zaten, benim liderim, benim partim, benim cemaatim, benim olan her ne varsa, bana ait olarak neyi kabul ettimse o doğru. Hakikatin ta kendisi "ben"im.

Karşımızdaki sanki bambaşka bir yaratık. Başka dünyalara ait adi bir varlık. Kusurlarının onu haklı gösterecek sebepleri olabileceğini kabullenmek zor değil. Küçük bir empati çabası, bunu bize bağışlayacaktır.

Kusur gördüğümüz o davranışı, o sözü; sevdiğimiz yapsa ya da biz yapsak nasıl tavır takınırız? Özneyi değiştir, eylem aynen kalsın, bakalım duygu ve düşüncelerimizde bir değişim var mı?

"Dün akşam bir dostumuzla tartışıyoruz/konuşuyoruz. Hükümetin şu şu konudaki siyasetini benimsiyorum ancak şehit olanlar hep fakir fukaranın çocukları... Neden onların, yani cumhurbaşkanının, başbakanın çocuğu doğuya gidip askerlik yapmıyor. Bak, kaç tane şehit verdik. Her gün şehit vermeye alıştık. O fakir ailelerinin ocaklarına ateş düşüyor. Bir zenginin çocuğu şehit oluyor mu? Kardeşim bunca bomba nasıl girdi bu ülkeye, askerimiz, polisimiz uyuyor muydu? Nasıl oluyor kardeşim bu durumlar?"

Kendisi de askerlik yaparken vurulmuş ve gazilik ünvanını bir türlü kabul ettirememiş ve asgari ücretle üç delikanlıyı okutmak için elleri nasır tutmuş bu Anadolu insanı dostumun feryadını anlamak lazımdır. Oyunu her daim onlara verdiği ve onca güzel gelişme için teşekkür ettiğini, ömründen alıp cumhurbaşkanımıza versin dediği, Allah başımızdan eksik etmesin, diye sevip dualar ettiği insanların güzelliğini gören ve kusurlarını da belirten dostumun gönlünü rahatlatacak cümle kurmaları yeterli olamadı.

Her şeyi anlıyor olması, tam bir vatandaşlık şuuru içinde davranması onu değerli kılıyordu. Kusura kusur, güzele güzel demek... Ne büyük bir erdemmiş.