Efendimiz (sav) ne zaman doğduğu ile ilgili yaygın kanaat bellidir. 20 Nisan, Miladi takvime göre sabitlenmiştir ve son yıllarda her türlü dernek, vakıf, cami, hayır kuruluşu konu ile ilgili teberrüken de olsa bir faaliyet yapıyor.

Ancak bu konuşmalar arasına sıkıştırılan bazı tartışmalar Müslümanların gündeminde geniş yer tutuyor. Bu tartışmalar uzadıkça nasıl bir arada olacağız, nasıl bir araya geleceğiz endişeleri sarıyor zihinleri?

Bu tartışma konusunda biri şefaat meselesidir.

Bu meselenin Kur'an'da yer alıp almadığından tutun da hadislerde ve ayetlerde sabit olduğundan bahsedenler tartışmanın taraflarını oluşturuyor. Öncelikle belirtmeliyim ki şefaatin olduğu/olacağı konusunda sevinenlerden biriyim. Rabbim müsaade edeceği insanlar şefaat edeceklerdir.

Lakin bu ve diğer konular üzerinde ileri geri fazlaca konuşulduğundan bazı heyecanlı dostlarımız sözüne ölçü vuramadığı için kırıp dökmediği gönül kalmıyor. "Hakkın hatır alidir" deyip karşısındaki samimi Müslüman kardeşini incitiyor.

Müslümanların kardeşçe davranmalarıyla ilgili onca hadisi ve ayeti yok sayarak tamamen nefsaniyet kokan tavırlar/sözler, kalpler arasına duvarlar örüyorlar. Attığın taş ürküttüğü kurbağaya değmesi lazımdır, değil mi?

Bu şekilde söyleyince İslam'ın itikat/inançla ilgili bir konuyu hafife aldığım vehmine kapılmalarından da ürküyorum. Çünkü bazı dostlarımız böyle konularda esirgemeden en ağır hükmünü verebiliyor.

Ben, bu arkadaşlara Efendimiz (sav)'i bir kez daha okumalarını tavsiye ederim. Bazıları kendi kanaatlerini, kendi düşünce, yargı ve yorumlarını "asılların" yerine koyup cümle kuruyor. O (sav) nasıl sabretti münafıklara, bunu bilmiyor ya da hatırlamıyor. Abdullah bir Selul'ün dediklerine ve yaptıklarına nasıl sabretti mübarek(sav).

Şimdi biz, "bu konularda karşı yorumlar"ı dile getirenlere münafık mı demiş olduk. Görünüşte evet, ama hakikatte kendi toplumunda yaşayan ve "Sen Allah'ın Resulüsün deyip Onu(sav) savaşlarda yalnız bırakan, Efendimiz (sav)'in namusu hakkında iftira olayına katılmış ve organize etmiş o iki yüzlü insanlara nasıl sabretmiş değil mi?

Ayrıca, Ehl-i kıble hakkında ehl-i sünnetin görüşü nedir acaba? En geniş caddeden kendimizi sınırlayan iki çizgiyle daralttığımız bu dünyaya kimleri dahil edebileceğiz. Kimlerle Müslüman bir dünya kuracağız. Solcu ama beş vakit namaz kılar, başı açık hem de daracık hatta apaçık giyinir lakin bir vakit namazı kaçmaz. Ne diyeceğiz bunlara... Darlaştırdığımız dünyamızda nereye koyacağız bunları...

Bizleri, kanaatlerini beğenmediğimiz dostlarımızın iyi yönlerine bakıp onlar hakkında iyilik adına şehadette bulunacağız/bulunmalıyız. Evet, şu, şu konuda aynı düşünmüyoruz. Farklı fikirler taşıyoruz. Lakin insanlığına laf edebilir miyiz? Cömertliğine değer vermiyor muyuz?

Tartışsak bile daha yumuşak ve yapıcı tartışabiliriz. "Sapıtmış, sapık, itikadı bozuk" gibi yargılarla birini topluma lanse etmek, hedefe götüren cümleler değil. Toplumda tevhid talep ediyorsak... Durun burada... Cümleyi bir daha okuyun; Toplumsal tevhidi istiyorsak farklılıklarımız hakkında titiz kelimeler seçeceğiz.

Burada "faklı düşüncelerden" ziyade derd "iletişim usulümüzdür." Ağzımıza gelen her şeyi söylememeliyiz. Zihinsel boşaltım yapıp rahatlayabilmek iyi olabilir ama kalplerde açacağımız yaralar ne olacak?

Mezhep imamlarının farklılıklara karşı geliştirdiği güzel örneklere dikkat edelim. Ne diyor İmam Hasan El Benna: "İttifak ettiğimiz noktalarda birlikte hareket ederiz, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görürüz."

Tartışmacı karaktere sahibi tüm dostlarımız bu sözü bir yere yazsın ve yanından da hiç ayırmasın...