Eline mikrofonu aldı, bakışlarını, karşısındaki gençler topluluğuna çevirdi. Gözleri, beş yüz kişilik salonun her bir köşesini doldurmuş gençlerin üzerini mesh edercesine gezdirdi. Bir sese kulak vermek için, bir araya gelmiş bu gençler, sınıftan kurtulmanın zafer coşkusunu yaşar gibiydiler. Birbirine espriler yapıyorlar, dokunuyorlar, ufak tefek itiş kakış ile programın başlamasını bekliyorlardı.
Milletin geleceğine ümit bağladığı bu gençlerden bazıları, sahnenin arkasındaki dev ekrandaki yazıyı okumuştu. "Bir Neslin Ardındaki Meçhul Kahraman, Mahmut Celaleddin Ökten'i" anma programına hoş geldiniz" yazıyordu. Hakikaten hoş gelmişlerdi... Değil mi ki tahta sıralara oturmaktan nasırlaşan kısımlarını, yumuşak bir sandalye üzerine yerleştirmekten hoşnut olmuşlardı. Burada bir ders değil, binlerce ders dinleyebilirlerdi insan evladını çabucak saran şu can sıkıntısı olmasaydı.
Mikrofonu eline alan kır saçlı adam, kendini tanıtmak üzereyken, bazı gençler salonun girişinde ikram edilen rahatlama lokumlarını ağızlarında eritmeye çalışıyorlardı. Bir mevlide gitmiş olsalardı, aynı ikramı tadacaklardı. Ağızlarına bir tutam bal çalınmış bu gençler, bunun için otuz dakika sessiz kalabilirlerdi.
"Yad edilmek" diye düşündü birkaç okuyan genç. Hayırla anılmak kaç insana nasip olurdu ki. Yad edilecek bir şeyler yapmak ne güzledi... Ömür diye hediye edilmiş kısa bir vakti, ebedi olan cenneti kazanmak ve rıza-ı ilahiyi elde etmek için hayırlı işlerle bezemek/süslemek herkesin işi değildi. Bu, hayır sahibi insanların, ölümlerinden bunca yıl sonra, bize bıraktıkları sadece salondaki sandalyeler üzerine -A4 kağıdına yazılıp- bırakılmış hayatları değildi elbette.
Onların mücadele dolu hayatları, hizmetleri, hocaları, yaşadıkları devirin kötülüklerine karşı dik duruşları, yani destansı bir hayat öyküsü vardı. O kahramanlık dolu öyküleri dinlemek bu güne nasipmiş demek, diye düşündü bazıları.
Kırmızı ve sarı kumaşlarla kaplanmış sandalyelerle dolu bu salonda biraz sonra gıpta edeceği bir insanı tanıyacaktı. Onun mükemmel zekasına hayran olacaktı belki de. Felsefe bölümünde okurken talebeleri "hocam, üç aydır ders dinliyoruz sınavlar da yaklaştı, sınavlar için herhangi bir not vermeyecek misiniz?" dediğinde Felsefe hocası onlara, "Celalettin'in kafasındakiler yeter size..." demesine şaşıracaktı belki de. Hele tanıtım filmindeki o ibare: Ezberlemesi için bir kitabı bir defa okuması yeterdi. İmam Hatip davasını banisi/kurucusu olarak lisede okutulacak kitaplarını yazması, eğitim müfredatını oluşturması, devrin Başbakanı Adnan Menderes ile görüşmeleri, eski talebesi Tevfik İleri ile geceyi gündüzü birbirine katıp çalışmaları... Anılmaya değer şeylerdi.
Duvar dibinde oturan bazı öğrenciler de düşünüyorlardı; İnegöl Anadolu İmam Hatip Lisesinden "2017 mezunu" olup gideceklerdi ama onları kim anacaktı?
Şimdi ise karşılarında, sahnede, elindeki mikrofonla "89 mezunu" ak saçlı bir edebiyat öğretmeni kendilerine Celal Hocayı anlatacaktı. Halbuki Celal Hoca ile aynı mekanda ya da aynı zamanda yaşamış değillerdi. Kendisi de zaten herkesin yapabileceği ya da olabileceği sıradan bir öğretmendi. Hatta yanında da kendisini övgüyle sahneye davet edeceği Abdülvasi Hocası vardı. Kır saçlı Edebiyat öğretmeni, İmam Hatip Mezunlar Derneği başkanı olduğunu iki lafın arasına sıkıştıracaktı belki de. İnegöl ve Bursa'da belediye başkanlığı yapmış ve az ilerideki kabristanda medfun Hikmet Şahin Hocasını ve iki üç gün önceki Yad Günleri programında bu okulun efsane hocası, hizmet adamı, vakıf insanı Sami Koparan'ı andıklarını söyleyecekti.
Sahneye gözlerini diken bu gençler, hatibin sesini duyunca, salonda bir sukut rüzgarı esti: bir huzur gönülleri sardı. "El-fatiha" diye bir ses yayıldı ve gençlerin dudaklarında kıpırtı belirdi. Kalem tutan eller, secdelere varan alınlara dokunup imam hatipli olmanın gurunu taşıyan yüzlere sürüldü.
Bu gençler, hayatlarının en güzel günlerini, imam hatipte okumanın tadını çıkarmışlar, bu okulun hakkını vermişler olarak beklediklerini hissetmiyorlardı henüz. Ancak böyle "yad günleri" vesilesi ile tanıdıkları güzel insanların hayatlarını öğrendikçe, onlardan bir hisse kaptıklarını fark ettikçe, yüklendikleri davanın büyüklüğüne ermiş olacaklardı.