Hamd alemlerin Rabbi olan Allah cc.'ya mahsustur. Salat ve Selam, Hz. Muhammed (sav)'e, temiz Ehl-i Beytine, O'nun Ashabına ve ilmiyle amel eden tüm mücahid / mücahidelerin üzerine olsun.

Talak Suresi'nin 10 ve 11. ayetlerinde Allah teala'nın müminlere "kad enzelellahu ileykum zikran Rasulen yetlu 'aleykum ayatillah..." diye bir ifadesi var. "zikran Rasulen" ifadesi için Şiiler derler ki "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun"; bu bir emirdir. Peki zikir ehli kimdir? İlim ehlidir.

Bizdeki Ehl-i sünnet müktesebat da bize derki; "Buradaki zikir ehli, ilim ehlidir. Evet, ayetin sebeb-i nüzulü hususidir. Tevrat ehline gönderme yapar. Bağlam da öyledir; ama sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir, burada ilim ehli kast edilir. Tevrat ehli de ilim ehli olduğu için onlara sorun ifadesi yer almış burada."


Bir Şii için bu ne ifade eder? "Fes'elu ehlez zikr". Kimdir ehl-i zikir? İşte bu Talak Suresi 10. ayetin sonu ile 11. ayetin başındaki "zikran Rasulen" var ya, buradaki "zikran Rasulen" bir sıfattır. Zikir Resulün sıfatıdır. Dolayısıyla ehl-i resuldür ehl-i zikir. Ehl-i zikir kimdir, ehl-i resuldür. Peki ehl-i resul kimdir, yani Resulullah'ın ehli kimdir? Ehl-i beyt'tir. O halde "fes'elü ehle'l beyti in kuntum la ta'lemun" (Bilmiyorsanız ehl-i beyte sorun).


Tamam mı? Ne diyebiliriz, nasıl itiraz edebiliriz? Bu bir Kur'ani istidlaldir. Kaidesine kuralına da uygundur.


Burada sünnete müracaat etmeniz gerekiyor, başka şansınız da yoktur. Örneğini verdiğim bu operasyon kabilinden pek çok operasyon vardır. Açın Şii tefsirleri, açın Şii usul-i fıkıh kitaplarını. Bakın orada bu örneğini verdiğim kabilden pek çok operasyon mevcuttur. Bu bir operasyondur, adını koyalım.


Peki, benzeri operasyonları A şahsı yapınca yanlıştır da B şahsı yapınca niye doğrudur? Şimdi Kur'an zemininde bu tür operasyonların kolay olduğunu, mümkün olduğunu, vaki olduğunu biliyoruz ve görüyoruz. Bunu A şahsı yapınca niye yanlıştır da B şahsı yapınca doğrudur. Bunu mantığı yok, izahı yok.


"Li ennel Kur'ane hammalün zü vücuh". Evet, Abdullah bin Abbas (R.a.) gitti, Haricilerle münakaşa etti. Onlara dedi ki "Allah'tan başka birisinin hakemliğine razı olan şirke düşmüş küfre düşmüş mü olur, böyle mi diyorsunuz?" "Evet, böyle diyoruz" dediler. Peki, "Efendimizin (sav) bizatihi kendisi hakem tayin etmiştir, hakemin tayinine razı olmuştur ve hakemin verdiği hükmü uygulamıştır." desem ne dersiniz?

"Beni Kurayza"yı Efendimiz (sav) muhasara etti, bir kaç gün o muhasara devam etti. Sonra Yahudiler baktılar ki pabuç pahalı, dediler ki "sizinle bizim aramızda birisi hakem olsun" Efendimiz de (sav) "tamam" dedi, "hakemi de siz seçin" Bunun üzerine Saad bin Muaz'ı (r.a) hakem seçtiler. Efendimiz de razı oldu ve onun verdiği hükmü uyguladılar. Bu delil üzerine Haricilerden 2000 kişi kılıçlarını kınlarına soktular, tövbe ettiler ve Hz. Ali'nin safına intikal ettiler.

Hariciliğe vücut veren Kur'an anlayışı, Kur'an'ın kendisi değil. Bir Kur'an anlayışı bu, bir Kur'an tasavvuru. Bugün de maalesef başka başka huruç hareketlerine vücut veriyor. Hindistan'da Kadiyanilik diye bir hareket var ve Kur'an'dan delilleri var. Bu bir irtidad hareketidir fakat kendisini Kur'an'la refere edebilmiştir. Benzeri hareketler başka yerlerde de var. Türkiye'de de var. O zaman bu meal temelli Kur'an anlayışının bize nereden, hangi vetirede ve ne maksatla nüfuz ettiğini, dünyamıza nasıl girdiğini iyi tespit etmemiz lazım.

Meal olgusunun bizatihi kendisi modern bir şeydir. İslam dünyasında ilk meal çalışması benim bilebildiğim kadarıyla Şah Veliyullah Dihlevi'ye aittir. Muhtasar bir tefsirdir aslında ve tarihi 18. asırdır. Öncesinde İslam dünyasında meal olgusuna rastlamıyoruz.

Öncesinde Kur'an'ın farklı dillere tercüme edilmesinin cevazı tartışılmıştır. İşte bir ara Türkiye'de de gündeme gelen Türkçe ibadet, ana dilde ibadet meselesi bağlamında, ezberlerinde hiç ayet olmayan insanlar için geçici bir ruhsat olarak, kendi dillerine tercüme edilmiş ayetlerin okunmasına ruhsat verilmiş Hanefi mezhebi tarafından... Diğer üç mezhebin imamı buna da ruhsat vermemişler.

(Devam edecek)