On iki yaşında bir çocuktu daha. Ailesinin izni ile mahallesindeki Süleymaniye Bilgi ve Kültür Evine gelir giderdi. Dersleriyle ilgili araştırma yapar ve ödevlerini burada tamamlardı. Canı sıkıldığında, şark usulüyle döşenmiş üst kata çıkar mahalleden arkadaşlarıyla satranç oynardı.

Havaların güzel olduğu tatil günlerinde, genişçe bahçesinde masa tenisi ya da futbol ya da badminton oynarlardı. Bazen gürültü çıkarsalar da, komşu amcayı rahatsız da etmiş olsalar içlerindeki çocukluk onları her zaman kışkırtırdı. Oynamadan edemezlerdi. Büyülere de sabretmek düşerdi çoğu vakit. Daracık sokak aralarında oynamaktansa belediye tarafından hizmete sunan bu konağın bahçesinde oynamayı tercih ederlerdi. Zira tatlı mı tatlı, candan, sevecen bir güvenlik görevlisi (Nuri'ye buradan selam) kendilerine çok iyi davranıyordu.

Bu güzel insan kendilerine "elif ba" öğretiyor, Kur'an okutuyor, ilmihal bilgileri veriyordu. Hele yaz tatilinde elli atmış kişi ile birlikte klimaların bile serinletemeyeceği kadar sıcak nefeslerin arasında okumuşlardı. Hem tatili en güzel şekilde değerlendiriyorlar hem de doyasıya eğleniyorlardı.

Bunların yanında, kendisini her zaman ikram ettiği çikolatalarla ve kakaolu süt ile hatırlayacakları bir adam gelir onlara güzel şeyler anlatırdı. Ondan bir sene boyunca Sevgili Peygamberimiz (sav)'in hayatını dinlemişlerdi. Bir gün, dersin birinde, "bu isimleri ezberleyemezsiniz" diye gaz vermişti. O günden sonra on iki, on üç yaşında gençler olarak o isimleri hiç unutmadılar. Sohbet başlamadan hemen atılır bu isimleri hemen söylerlerdi. Zülhuveylisa ve Mescid-i Dırar gibi kritik isimlerdi bunlar.

Bu hafta sonu çok önemli bir konudan bahsetti Hz. Peygamberi öğretmen, sevdiren adam. Tebük Seferi dönüşünde özür beyan edip imanlarına şahit olsun diye biat edip alaysı bir ifade ile Efendimiz (sav)'in elini tutup "Sen Allah'ın resulüsün" dediklerini okudu Münafikun suresinden.

Saf ve samimiyetin sembolü olan bu gençler ne bilsindi münafıkları. Hayatlarını, içlerinden geldiği gibi yaşayan bu yavrucuklar, kim, ne söylerse inanıyorlardı belki de. Masanın önünde oturan, "Kur'an insanları üçe ayırır" dedi; Mümin, Kafir ve Münafık.

Allah kitabında o ayetin sonunda yani münafıkları "Sen, Allah'ın peygamberisin" demelerine rağmen onların kesinlikle yalancı oldukları beyan edilmişti. Demek ki münafıklar, Allah ve resulünü dillerine dolayıp yalan söyleyebiliyorlardı. Allah'a iman etmiş müminler, böyle diyen herkesi kendileri gibi sanır ve inanırlardı. Lakin Rahman, Tebük Seferine çıkmamış ve kalplerinde hastalık bulunan bu kalbi bozuk insanları ifşa ediyordu.

Bunları öyle tarif ediyordu ki Kur'an, karşında görsen tanırsın sanki. Onlar, elbise giydirilmiş kütükler gibiydi. Boylu poslu güçlü kuvvetli görünürler. Aslında ufak bir gürültüde panik olurlar. Neden? Çünkü hayatları yalan üzerine kurulmuştur. İnsanı güvenli kılan, imanıdır. İman sağlam olmayınca kendini boşlukta hisseder insan.

On iki yaşındaki çocuk için ağır sözlerdi bunlar ancak o bu tür sohbetleri çok sevdiği için anlayabildiği kadar aklında tutmaya çalışıyordu. Her güzel giyinmiş, güçlü kuvvetli birini gördüğünde "bu münafık galiba" demeyecekti. Zaten masanın başındaki, çok açık ve net bir şekilde uyarmıştı.

"İsim vererek ya da işaret edip göstererek veyahut da sen münafıksın demek doğru değil. Söz verdiğinde tutmayan, konuştuğunda yalan söyleyen, emanete ihanet edenlerde münafıklık alameti var demek yeterlidir. Yarası olan, zaten gocunacaktır. Ancak yarası var da gocunmuyorsa ve sen bunu biliyorsan kuduz bir köpekten kaçar gibi ondan uzaklaş ve bir daha onun yanına gitme."

Çocuk bunu mesajı net biçimde anladı. Maalesef, teknoloji sayesinde ileriki yaşlarda öğrenmesi gereken bilgileri erkenden öğrenen bu çocuklar böyle ciddi bir konuyu yani münafıkları tanıyıp kendilerini korumalıdırlar.