Yılların dostluğu yeni bir filiz sürüyordu. Dostluklarının ardında birbirilerini sevmeleri yoktu sadece bir de aynı yolda yürüyor olmaları da perçinliyordu muhabbetlerini. Bir gonca gül misali yaprak yaprak sarmaş dolaş olmuş dostluk seher vakitlerinde zuhur ediyordu.

Saçına sakalına aklar düşmüş iki arkadaş sabah namazında o cami senin bu cami benim deyü İnegöl'ün camilerini geziyorlardı.

Matematikleri kuvvetliydi. Cemaatle namaz kılmak yirmi yedi kat daha fazla sevaba nail olmak demekti. Evin bir köşesinde kendi başına kılmak yerine gönlünü namaza bağlamış iki arkadaşa camilere bağlanmışlardı.

Onlar biliyorlardı sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kılmak münafıklara çok ağır geldiğini. Onlar biliyorlardı; yatsı ve sabah namazını cemaatle kılmak gecenin tümünü ibadetle geçirmek gibi olduğunu. Yine onlar biliyorlardı birlikte yapılan her iş daha da kolaylaşıyordu. Nefsine söz geçirmekte zorlanan insan dostunun yardımıyla daha kolay alt edebiliyordu nefsini ve şeytanını.

Yaş peygamberin sorumluluk aldığı devrin ötesine geçmişti artık. Bundan gayri gençlerin peşinde sıkça koşacak halleri yoktu. İbadetin tadını, tanıdıkları hoca arkadaşlarının ardında onların güzel sesleri eşliğinde eda ediyorlardı.

İşte işin tadı bundan sonra başlıyordu. Allah kabul etsin, ne iyi ettiniz de geldiniz? Camimize şeref verdiniz" sözlerinin ardından "hadi sizlere bir çorba ısmarlayayım, mademki teşrif ettiniz camimize..." dudaklarda sadaka mahiyetinde gülümsemeler. "O zaman biz, her sabah bu camiye devam edelim" şakalaşmalar.

Hangi camiye gidileceğini organize eden kısa boylu iş bitirici dostu pusulanın önce Erenler camisini gösterdiğini bildirdi... İmamının gençlerle caminin çay ocağında kitap okuma çalışması yapacak olması ve kitap talep etmesi sebebiyle gidilmesini ellerin kitap dolu olması gerekiyordu.

Bir sonraki sabah Hocaköy camisindeydiler. Ortak dostları İmam Efendi, misafirlerini görünce derin bir sevinçle sarıldı. Memnuniyeti yüzünde güneş gibi parlıyordu. Ne de olsa gençlik yıllarında iman kardeşliği yapmışlardı. "eski günlerdeki gibi" diyerek imam hatip yıllarının sohbet halkalarında sahabe gibi kurdukları inanç kardeşliği hatırlatıyordu.

Araçlara binildi ve biraz sonra burunlara dokunan nefis kokular ve lezzeti tadan dillerle muhabbetin kucağındaydılar. İki hafta içinde o kadar çok dost eşliğinde kuruldu bu meclis. Tabakoğlu camisinin imamı sımsıcak kucaklaşmadan sonra klasik çorba ikramı için buyur ettiğinde İmam hatip yurdunda kaldıkları zamanlardan kalma hatıralar kelime kelime döküldü dudaklardan. Biri ilkokula giden bir evlat sahibi iken diğeri torun seven devre arkadaşı iki dostun muhabbetine şahit olmak...

Aynı safta buluşanları seviyordu kır saçlı adam. Camiye devam edenin imanın şahitlik edin buyuran Hz. Ömer'in sözünü kendine prensip ederdi. Namazını terk eden Müslümanları bir türlü anlamıyordu. O mükemmel huzuru insan nasıl bir gafletle terk ederdi.

Dünya telaşesi sayılan ekmek kavgasına başlamadan yarım saat önce alemlerinin Rabbine uğrayıp O'ndan yardım talep etmek zor muydu? Namazın etrafında kenetlenmiş kardeşliği tadını çıkaran bu iki dost bunları anlamıyordu.

Hidayet ve nasip denilen bir şey vardı. Herkes her şeyi isteyemiyordu. Aslında büyük alimin dediği gibiydi hakikat: "Ben Allah'ı buldum sanıyordum meğer O beni davet etmiş..." Allah buyur etmese kimse ne camiye gider ne de hacca gider. Rabbimiz seher vakitlerinden "yok mu isteyen, yok mu isteyen vereyim" buyursa da gafletin girdabındaki insanlar bir çeşit horlama ile cevap veriyor. "Hayır, ben bir şey istemiyorum, ben istediğim zaman kalkarım, istediğim zaman gider çalışırım" dercesine bir tutum sergiliyorlar.

Lakin iki dost bunlardan çok uzaktı... Namazın ruhlarında oluşturdukları dinçlikle camilere koşuyorlar, dualarını yapıyorlar ve ikram edilen çorbalarını içiyorlar, dumanı tüten çaylarını yudumluyorlar ve dönüp evlerine dönüyorlar.

Her sabah bu ilahi planı uygulamanın lezzetini, her mümin gönlüne düşürmesi için duaların sahibine yalvarıyorlardı...