Genç kız dernekte icra edilen sohbetlere iyice ısınmıştı. Kültür dolu muhabbetlerin haftanın daralmış vakitlerine sıkıştırılmasını yeterli olduğunu düşünmüyordu. Öğrendiklerini akşam sofrasında ekmeği paylaştığı gibi paylaşıyordu. Bu konuşmalarda evdekilerin kendisini ilgi ile dinlemesinden derin bir haz alıyordu. Babası da giderdi böyle yerlere ama o bu kadar anlatamazdı duyduklarını. Annesi, komşularla gün yapardı. Onların gün partisinde gelsin pastalar gitsin kurabiyeler … Araya meze olsun diye biraz dedikodu ekilirdi. “Sonra ben demiyorum ayol falancadan duydum” diyerek sucu üzerinden atıyorlardı.
Annesi de babası da dinliyormuş gibi yaparlardı genç kızın anlattıklarını. Kızcağız onların halini tartmaktan ziyade aklındakileri aktarmanın derdine düştüğünden fark etmiyordu.
Haya konulu dersi dinledikleri hafta ellerine ulaşan bir kitap vardı. Bu kitabı okuyacaklar ve iki hafta sonra birlikte değerlendireceklerdi. Daha önceleri bir çok hikaye ve roman okumuştu. Okumayı kendisine sevdiren hocasını minnettarlıkla anardı. Zaman zaman dualarında ona da yer ayırırdı.
Macera, polisiye ve aşk romanlarını geç saatlere kadar okumuştu. Bitmesin istediği ama meraktan bir solukta okuduğu aşk romanlarının birbirine benzediğini tespit etmişti. Kız olduğu için polisiyelere ilgi duymamıştı bir kaçı dışında.
Şimdi eline verilen bu kitabın adı çok çarpıcı değildi. Üzerinde sağına soluna dövme yaptırmış, bacaklarına dar kot pantolon giymiş, sırtına sıfır kollu, göğüs dekoltesi olan bir gömlek vurmuş bir kız resmi de yoktu. Sade bir kapak kompozisyonu üzerine “Gençlerle Tevhid Dersleri” yazıyordu. “Genç” kavramı ruhuna bir alev sıcaklığı savurdu.
Kim yazmış diye merak etmedi. Arkadaşlarıyla beraber okumanın heyecanı yetecekti kendine. Arkadaş canlısı idi. Onları canı gibi severdi. Bir de aynı yolda yürüyorlar, aynı bilgileri dinliyorlar, aynı davanın insanı olmak için çabalıyorlardı ya ne olacaktı yüz altmış sayfalık kitabı çerez gibi okurdu.
Lakin artık ciddi bilgilerle muhatap olacağını hissediyordu. İçindekiler bölümü açtı, başlıklar farklı geldi. Resuller niçin taşlandılar, sürüldüler… La ilahe illallah ne anlama geliyordu ki… Resuller kurulu düzeni yıkmak için…. Evet, Allah’ın varlığına Firavun da inanıyordu… Gözleri satırlardan aşağı kaydıkça bir an önce acaba ne yazıyor, nasıl açıklıyor diye okumak istiyordu.
Bir şeyler düşünmeye çalıştı ama hemen vazgeçip birkaç satır daha okudu: kariyer putu… Resullerin ücretleri… Laiklikten önceki laikliğimiz… Hicretten önceki hicretimiz… Ulema gündeme müdahale etmelidir… gibi başlıklar kendisini bekliyordu.
Bir daha ki sohbete kadar kitaba gömülecekti. Hocasından duyduğu okuma tüyolarını uygulayacaktı. Elinde mutlaka bir kalem bulunduracaktı. Hoşuna giden, önemli gördüğü satıların altını çizecekti. Çok etkilendiğinde hocasının yaptığını yapacak sayfa kıyılarını farklı işaretler konduracak ya da duygu ifadeleri karalayacaktı. Hocası Arap harfleriyle “Allahu ekber” yazıyormuş ya, onun gibi.
Bazen kitap ayracı kullanacak bazen kitabın sahifelerini kıvıracaktı. Okuldayken elinde kitabı ile teneffüse çıkacak, kantinde uzun vakitlerde çayını yudumlarken gözleriyle satırları takip edecekti.
Cümlelerden çok etkilense de kitabı çok beğense de bir yazarı bayraklaştırmayacağını da biliyordu. Şahsiyetini kemâle/olgunluğa erdirmek için çok okumalı ve farklı bilgileri değerlendirecek bir yeteneği oluşması lazımdı. Okuduklarını canlarıyla paylaşacaktı. Kevser Ablasını gördükçe yakasına yapışıyor, yani yanından ayrılmıyor ve sürekli ama sürekli konuşmak istiyordu. Dernekteki sohbetler hayatına girdiği şu kısa zaman içinde kendisinin bile fark ettiği değişimleri yaşıyordu.
Yeni bir kişi büyüyordu içinde. Dini bilen, imanın ışığıyla parıldayan bir şahsiyet olmak istiyordu. Ruhundaki şahsiyet fidanını kitap kabıyla taşıdığı ilim suyu ile beslemek istiyordu. Bundan gayri hayatında bir dersleri bir de kitaplar olacaktı. Kitabı okumanın değiştirici gücünü de öğrenmişti ya, artık harçlıklarının bir kısmını tavsiye dilmiş kitaplara ayırabilirdi.