-Olmamış Özgenur, olmamış
…?
-Metinlere bakmadan söylemelisin, evet biraz okumalısın ama daha çok içinden geldiği gibi yüreğinin yangınından alevler saçmalısın.
…?
Böyle başlamıştı lise çağlarındayken mikrofon ile yakın irtibatı. Kutlu Nebinin hatırına kalemlerin hizmetkâr olduğu naatların okunduğu bir programla yola çıkıldı. Genç kız gönül ikliminden akacak cümleleri o kadar çok çalışmıştı ki kır saçlı hocasının beğeneceğini sanmıştı. Ancak gecenin konuğunun hatırı çok yüksek idi. Adına söylenecek her kelime gusletmiş olmalıydı. Tertemiz olmalı, samimi olmalıydı.
Vazgeçmek olamazdı… Asla… Kâinatın medar-ı iftiharı ve iki cihanın Efendisi (sav) için dudaklardan dökülecek iki kelimeyi mi ezberleyemeyecekti? Önceden bildiği tüm davranış kalıplarını ve donuklaşmış hislerini elinin tersiyle öteledi. Gözlerini yumdu, derununda O’na (sav) karşı hissettiklerini tatmaya çalıştı. Olmadı ilkin… Sonra bir kez daha sımsıkı yumdu gözlerini gecenin bir vaktinde. Bedeni sarsılıyordu ve sıcak bir meltem gibi sevgisini hücrelerinde yaşıyordu. Dili çözüldü ve gülşenden derlenen güller misali döküldü kelimeler.
Ertesi gün son provalarda bülbül gibi şakıyordu kırmızı güllerin çevrelediği siyah başörtüsüyle. Kır saçlı adam, memnuniyet içinde mest olmuştu. Kendi görevini emanet edeceği hakikatli bir hamal bulmuştu. Artık naatların, ilahilerin arasında sahneye çıkacak “Şu köşede, şu sütunun dibinde Efendim’in (sav) sizleri dinlediğini düşünün” dediğinde derinden hissediyordu bunu. Naatlar okundu, “Gül yüzünü rüyamızda görelim Ya Rasulullah” duaları ilahi formatında dillere dolandı. Gönüller şad oldu, ruhlar coştu, yaşlar süzüldü. Ve nihayete eren programdan sonraki mutluluğunu salonun semasına ulaştırıyordu alkış sesleri.
Günlerce haşır neşir olduğu şiir satırları kalp diyarına otağ kurmuştu. “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak/ Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” diye nara savuran şairin anma programında Zindandan Mehmet’e Mektup isimli şiiri seslendirdiğinde jest ve mimikleriyle yine mest etmişti hocasını. Dumanın uçuşunu ifade eden el hareketini, ilaç kokulu çayı tarif ederken çay kaşığını nazikçe tutuşunu, karıştırmak için bileğinin kıvrılışını, uzun avlu derken ileriye uzanan kollarını, işaret ettiği ırak kavramının ardındaki ekrana yansıyan görüntülerle örtüştükçe çalışmanın derinliğini fark ediyordu izleyiciler. Artık kavramıştı şiir okumanın inceliklerini: Öncelikle şiirin ruhunu keşfetmişti.
Hüzünlü bir lirizm mi kokuyor yoksa cesurca yazılmış epik/kahramanlık mı kokuyor. Ardından hangi kelime nasıl okunacaksa onu tespit ediyordu. Bütün, uzun gibi kelimelerin kapsayıcılığı sebebiyle ikinci hecesinde biraz uzatmak gerektiğini, “sukut ve sessiz” gibi kelimelerin telaffuzunda sesini kısmasını, güçlü kelimelerde ağız dolusu haykırmasını biliyordu artık. Bunların üzerine jest-mimik uyumunu ekleyecekti. Zira tüm derdi üç beş unsurun birlikteliğini sağlayıp ahengi en üst düzeye çıkarmaktı.
Şiirin ruhuyla örtüşen uygun bir fon müziği eklendiğin zaman her şey eksiksiz olacaktı. Lakin bütünün bir parçası eksik kalıyordu. Arka zeminde yer alacak video veya fotoğraf görüntüsü de kelimeleri vurgulamalıydı. “Ulusun, korkma” derken arkadaki ekranda havlayan köpek resmi ve bomba sesleri üst üste gelince ulumaktan mana nedir, anlatılmış olurdu. “Ey Sevgili” derken sunuda Muhammed (as) ism-i şerifi yansıtılıyorsa sevgilinin kimliği belli oluyordu. Sol Yanım isimli şiirini annesine hürmeten okumuştu performans ödevi olarak. Titizlikle hazırlamış olduğu sunumu sınıfın karşısında derin hayranlıklar içinde okumuştu.
Şimdi Çanakkale Şehitlerine şiirini seslendirecekti. Kendisine güvenen bir sesin sahibinden aldığı teşvikle sevdiği ilkime doğru kanat çırpmaya başlamıştı. Baştan şiiri anlayamamıştı, hem kelimeleri ağır hem de daha çok erkek sesine uygun vurgulu bir okuyuş gerektiriyordu.
“Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, /Beşerin azmini tevkif edemez sun-i beşer;” ile başlıyordu şiirden okuyacağı bölüm. Düet yapmanın zorluğunu hissetmişti. Şehitler için beslenen duyguların anlama büründüğü satırları seslendirecekti.
Coşkun bir ırmak gibi akıyordu duygu dolu sesi. Kendini kaptırmıştı, dizelerin üzerinden uçarak gidiyordu. “Bir hilal uğruna Ya Rab Ne güneşler batıyor” diyecekti, “Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber” diyecekti. Lakin bir yerde zihninin ışıkları sönüyor ve bir türlü gelmiyordu gerisi.
İçine düşen kurt, yedi bitirdi özgüvenini. Hiç yapmayacağı bir şeyi yaptı ve geri adım attı, sonra da kirpiklerinin arasından yağmur yağmaya başladı.
Günler sonra sakinleştiğinde şiir dünyasına şanlı zaferi kanlarıyla sulayan kutsal şehitler için düzülmüş mükemmel satırlar kâr kalmıştı.