Yanımda sarı sakalları yeni bitmiş bir tıp öğrencisi ile havaalanına hareket edecek otobüsü bekliyoruz. Duvar niyetine yapılmış pencerenin ardında daha dün doyasıya -ki doyamadık sanırım- sohbet ettiğimiz iki kız öğrencimiz. Ellerinde bir buket çiçek ve ambalajlı bir paket.

Hayatımda hiçbir vakit böyle bir uğurlama yaşamamış bir insan olarak nasıl bir duygulanma yaşayacağımı da kestiremedim. Sönük bir teşekkür ile alışık olmadığımda elime yakıştıramadığım ya da yabancı gelen bir buket çiçek. Eşim adına aldığımı söylüyorum ve paketi içinde barındıran poşeti de kavrıyorum meraklı parmaklarımla.

Acaba pakette ne var? Neyi uygun görmüşler böyle nazik, fedakar ve vefalı kızlar acaba? Bu merakla ben İnegöl'e varırım herhalde. Çiçeği eşime uzatırken hediyeyi kurdelesinden çekerek açıyorum. Merak kat sayısı artıyor. Acep no'la?

Simsiyah bir defter ve bembeyaz bir kalem... Görünüşü ürkütücü olan defterin sahifelerine neler yazılması gerektiğinden önce nereden geldiğinin vehmi düşüyorum yüreğime. Erzurum'un kara toprakları üzerine ilahi bir ikram olan pamuk gibi yumuşak ve beyaz karların halinden misal.

Hediyenin taşıdığı lisan-ı hafi şu; Hocam İnegöl'den Erzurum'a gelerek bizleri çok mesut ettiniz. Ayrılınca bizi unutmayın, bu Erzurum toprağına benzeyen kara sayfalara, kar taneleri gibi beyaz kelimelerle yazın bu satırlara...

Halden anlayan bir muallim olarak o kara deftere yazacaklarımı şimdi sizlerle paylaşmak isterim.

Her şey o tıpta okuyan delikanlının bir sözüyle başladı. Düşünce tarlasına düşen ilk tohum onun "Hocam, köye gitmeden okula uğruyorum" sözüyle. Bize de iade-i ziyaret vacip olmuştu artık. Ben de Erzurum'a geleceğim o zaman" cümlesi vücut buldu dudaklarımın arasından. Tabi gönül müsaade etmeseydi mümkün değildi. Ancak bazı şehirlerdeki öğrencilerini ziyarete alışmış bir gönül bu sefer uzaklara açılacak ve Erzurum'a uçacaktı.

Uçağa binip iki sat sonra orada olmak, kaçırdığımız Cuma Namazı yerine Yenişehir'de vakti giren öğle namazını Erzurum'da eda etmek nasipte varmış demek ki. Uçağın kalkış anı dilimizden dökülenler bize kalsın ancak ufak bir taş atsan havada durmaz iken bu kadar ağır bir demir kütlesini bir kış gibi havada tutan Rabbime hamdettim.

Rabbimiz kevni ayetlerini kitapta anlatırken bu maksatla zikretmiş olmalı. Gezdiğimiz her yerde O'nun ayetlerine dokunuyoruz. Bunları fikretmemek nankörlük olurdu. Cep telefonu kayıtta, motor çalıştı, yavaşça hızlandı ve biraz sonra her şeyin boyutları küçüldü. Sırtımıza vuran ağırlıktan anlıyoruz ki hala yükseliyoruz.

Pamuk tarlasından-bulutların arasından- geçiyoruz. İlahi planlamayı semadan izliyoruz. Köyler, kasabalar, şehirler... Serpilmiş dağların, tepelerin arasına. İp gibi uzanan kıvrım kıvrım yollar. Yeşillikler, bozkırlar, parsellenmiş tarlalar...

Dağların arasındaki geniş düzlüklere inşa edilmiş kadim medeniyetler; Erzurum'dayız. İkindi yaklaştı. Seferiyiz farzlar iki rekat. Ancak camileri görmek için hiçbir vakti tek başıma kılma niyetim yok. Maceramız Gez Camiinden başladı. Bir genç Arap makamında hatim indiriyor. Öğle namazını eda etikten sonra ikindiyi bekliyoruz. Cemaate bakıyorum, yüzlerini tek tek tarıyorum, hepsi de ne kadar tanıdık geliyor bana... İnegöl'de Çimen, Hacı Lütfullah, İshakpaşa ya da Yeşil Camiinde gördüğüm simalar. Erzurum deyince yüreğimde güven oluşturan bir duygu kaplar her düşüncemi.

Daha sonraki gözlemelerimde dayanarak söyleyebilirim ki burada cemaatin yaş ortalaması biraz aşağıda... Yani otuz beş veya kırk.

Mihmandarım olan tıplı genç, pratik aklının ışıltılarını ilk andan itibaren gösteriyor. Namazı dara bırakmadan kılıyoruz. 9 yazan amblemlerin 9 kolordu olduğunu öğreniyorum. Hemen karşıda Erzurum Lisesi. Zemindeki ilk pozumuzu veriyor, zamanı ve mekanı sabitliyoruz bir karede.

Bir tıp öğrencimiz yok tabii... Üç tıbbiyeli, bir matematikçi, bir eczacı, bir Psikolojik Danışmanımız var. "Erzurum'da iki gün kalacak bir edebiyat öğretmeninin götüreceği ilk yer neresi olur?" diye sorsalardı, sanırım tanıyan herkes koro halinde "kitapçı" derdi.

"İkra" isminde üç katlı otantik bir kitapçı. Daracık merdivenlerinde başımızı koruyarak, duvardaki yazıları okuyarak yirmi bin kitabın bulunduğu söylenen bu kitapçının üst katı çayhane... Ancak kitapların içinde kaybolduğunuz bir mekan. Eski kitapların, yasak kitapların, yeni kitapların bulunduğu bu katta sıcak çayınızı içerken sesinizin düşük tonundaki muhabbetinize eşlik eden sıcak çaylarınız ve yanında da taze çereziniz... Çaylar boğaz uçurumundan mideye şelale gibi uçarken, eller çerezleri tane tane yuvarlarken ağız boşluğuna... Gözler de boş durur mu bu ortamda, fıldır fıldır kitapları incelemekte... Hadi buyurun taze çayınızı yudumlayın soğutmadan...