Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a (c.c) mahsustur. Salat ve Selam, Hz. Muhammed (sav)'in, O'nun Ashabının, yolunda gidenlerin ve Tağut'u red edip Allah'a teslim olan muvahhidlerin üzerine olsun.
Tüm bu programlarımızı Allah mı belirliyor? Yoksa biz, ya da başkaları mı? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzuları¬mız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettik¬leri bölümü de Allah'ın diniyle dolduruyorsak o zaman bilelim ki bu¬rada anlatılan biziz demektir.
Mesela bakın, ben Müslüman oldum diyen herkese Allah bir ki¬tap verse. Müslüman oldun mu? Al sana bir kitap. Sen de mi Müslü¬man oldun? Al sana da. Kitapsız Müslümanlıktan kurtulmak için Allah herkese bir kitap verse. Ama öyle bir kitap ki içi bomboş. Öyle bir kitap ki öğrendiğiniz yer, öğrendiğiniz ayet hemen yazılıyor. Şimdi şu anda neresi yazılıyor? Nisa 58-65 arası. Peki bakın bir kitabınıza, kitap mı, yoksa defter mi? Kimisi bomboş defteri kitap diye bağrına basıyor de¬ğil mi? Zavallının öpüp alnına koyduğu kitap değil, defter sanki.
Sahi sizin kitapta Nisa var mı? Casiye var mı? Zuhruf var mı? Hud da hiç çizik yok mu? Kimilerinin kitabında hiç çizik yok değil mi? Ya da kimilerinin kitap diye bağrına bastığı şey defter değil mi? Bom¬boş bir defter. Adam bomboş defteri kitap diye bağrına basmış, benim kitabım var, ben bunun için ölürüm diyor. Ne garip değil mi? Halbuki bildiğimiz ayetler bizimdir. Uyguladığımız ayetler bizimdir, öğrendiği¬miz ayetler bizimdir.
Öğrenmeden kastımın ne olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? O ayetin bizden ne istediğini anlayacak şekilde onu öğrenmek demektir. Tamam, tümüne inanmışız baştan. O külli bir iman. İlk İs¬lam'a girişteki imandı bu. Kur'an'ın tümüne inanıyoruz. Peki Kur'an'ın tümünün nesine inanıyoruz? Birim birim, bölüm bölüm onu öğrenip hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık, eh hani öyleyse? Tümünün imanı birime dökülmedikçe o imanın anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra deneneceksiniz diyordu Allah Ankebut'ta. Evet inandım dedikleri halde kimi insanlar tağutların muhakemesine baş¬vurmak, tağutların muhakemesinde yargılanmak istiyorlar.
Rivayetlere göre Ensar'dan Müslüman görünen bir münafıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu olur. Medine İslam toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Müslüman görünümünde münafıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yani münafıklar Müslüman statüsündedirler. İslam'ın ve Müslümanların güçlü oldukları toplumlarda kafir oldukları halde etraf¬ları Müslümanlarca kuşatıldığı için menfaatleri gereği kafirliklerini giz¬leyip Müslüman görünen kimseler her zaman var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kafir olsalar bile dış dünyalarında Müslüman görünü¬yorlardı.
İşte bunlardan birisinin bir yahudi'yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münafık da; hayır Kab Bin Eşref'e gidelim di¬yordu. Kab Bin Eşref'e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim, onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur'an'ın tağut dediği, sebebi nüzule göre Kab Bin Eşreftir. Ama ge¬nel manasıyla Allah ve Resulü bir tarafta dururken, Allah ve Resulü¬nün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve Resulünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tağut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki kendisi haklıdır ve kesin bili¬yor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak adil bir hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudilerin reisi olan Kab'a gitmek, onun mahkemesine müracaat et¬mek isti-yor. Adaleti orada görüyor.
Nihayet Rasulullah Efendimize geliyorlar, Allah'ın Resulü iki¬sini de dinledikten sonra hükmünü veriyor ve bu konuda yahudi haklı¬dır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah'ın Resulü hükmünü adaletle veriyor. Yani o kişiyi yahudi olduğu için haksız çıkarmamıştır Allah'ın Resulü, bizzat adalet gereği bu hükmünü vermiştir. Yani isterse o yahudi'nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun, isterse kızı Fatıma bile olsa Allah'ın Resulünden adaletin dışında bir hüküm çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki, dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta halifelerinden zerre kadar bile bir adaletsizlik, bir haksızlık sadır olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde dillere destan bir uygulama¬dır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adaleti Rasulullah ve onun kutlu ha¬lifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi'si gelmiştir onların mahkemele¬rine, hıristi-yanı gelmiştir, Mecusi'si gelmiştir, dinlisi gelmiştir, dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi'yse hakkı ona verilmiştir, hıristiyan'sa ona verilmiştir, kafirse hakkı ona ve¬rilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman hak¬sız olduğu halde onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslam'ın değil tefessüh etmiş, Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının problemidir. Bu konuda yine İslam'ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah'ın Resulü adaletle hükmünü veriyor ve yahudi'yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir. Ama Rasulullah'ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o münafık ıs¬rarla bir de Ömer'e gidip ona soralım der ve Ömer'e giderler. Duruma muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resulünün hükmüne razı olmayan bir kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldü¬rür. Allah için bir düşünelim, şu anda Allah ve Resulünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne müracaat eden, hep başka yer¬lerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden adalet bekleyen Müslümanların itikadi durumları nedir? Ömer hayatta olmuş olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı?
Halbuki tağutu küfretmekle emrolunmuşlardı. Hayatlarına tağutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah karışmalıydı. Ha¬yatlarını sadece Allah'ın kitabı ve Resulünün sünneti düzenlemeliydi. Allah ve Resulünden başkalarını dinlememelilerdi. Arlarında vuku bu¬lan ihtilaflarında sadece Allah ve Resulüne başvurmalılardı. Allah ve Resulünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tağutların mahkeme¬le-rine gitmemeleri, oradan adalet beklememeleri gerekiyordu.
Ama:Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmeyi murad ediyor. "Dalalen baiyda". Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa harcama boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır, koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyu¬tunda saptıramamışsa amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptıramamışsa uygulama boyutunda saptırır, gece saptıramamışsa gün¬düz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız olmaz, Kur'an'sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yücetlemedik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım. Babamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın, arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi? Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kita¬bımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah. Bakın şeytanın saptırdığı insanlar ne yaparlar? Nasıl davranırlarmış? (1)
Fi emanillah.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1)- Besairu'l Kur'an Ali Küçük
.