Bugüne ve yarına umutla bakma hakkı, yeryüzü toprağına iman etmiş insan olarak basanların hakkıdır. Gerçek umut da onların umududur.

İman etmek ve iman ehli olarak yaşamak, yaratan ve yaşatan Allah ile bağlantılı olmaktır. Her ne kadar şeytan ve ona hizmet edenler, iman ehli olmayı biçare olmanın sebebi gibi gösterip inandırıyor olsalar da en büyük hakikat, Allah'ın her şeyin sahibi ve son sözü söyleyenin olduğu hakikattir. Bu büyük hakikatin gölgesinde yaşayan mü'min insan umut insanıdır. Hem umutludur hem de umutla bakan gözler ona yönelmiştir.

İman ehli olmak, dünya ile sınırlandırılmış beklentileri aşmak demektir. Ahiret için yaşamak, yatırımını ahirete yapmak, dünyayı bir istasyon gibi görmektir. Dünyayı ve dünya gerçeğini bilen insandır mü'min. Dünyanın geçmişi ve geleceği, bir balkondan evinin önünü seyreden insanın 'gördüklerini anlaması kadar' açık ve kesin bildiği şeydir dünya.

Mü'min, dünyayı babası Adem aleyhisselamdan bilir. Cennetten inip geldiği yer olarak görür dünyayı. Vatan edinmez ama vatanına dönmek için mecburi güzergah olarak bilir.

Nuh aleyhisselamdan bilir yaşadığı hayatı. Yıllarca değil asırlarca bile sürse önündeki çileler, kahırlar mü'minin umudunu yitirmez. Kurak bir ortamda bulunsa da dünyasını tufan silip götürse de onun gayesi bellidir. Çalışır, çırpınır ama yığılıp kalmaz. O, asırların bitiremeyeceği bir iman ve öyle bir imanın gerekleri ile yaşar.

Mü'minin umut kaynaklarından biri Kur'an'dan izlediği İbrahim aleyhisselamdaki gördükleridir. Önüne çıkan engeller kendi evinden, babasından ya da orduları olan bir sistemden, nereden gelirse gelsin o, sabra ve sebata hazırdır. Umutlu olmayı, yılmayıp devam etmeyi, sabredenlerin sonunda kazanacaklarına dair itimadını İbrahim aleyhisselamdan almıştır. Ateşlerde yanmamayı ondan anlar. Alevlere dönüşse de dertleri, o yine umutlu olmayı, 'O bana yeter' diye Rabbine itimat etmeyi ondan öğrenmiştir.

Musa aleyhisselama bakar mü'min, onda yaşarken nelere katlanmak gerektiğini görür. Çilenin henüz doğmadan başlayabileceğini anlar. Allah korumayı murat ettikten sonra suyun insan boğamayacağını, kimsenin düşmanlık edemeyeceğini anlar. O böyle anladıkça da içindeki umut filizi büyür de büyür.

Taif'teki duası ile Peygamber aleyhisselamı hatırlar mü'min. Onu Mekke sokaklarında, Medine'deki mescidinde, Uhud eteklerinde görmeye çalışır. Elindeki kazma ile Hendek'te Kisra'nın çöken sistemini müjdelerken görür. Fakirliğin, yalnızlığın, çaresizliğin, bitiremediği heyecanını izler. Ashabı ile yaşadığı tatlı acı hatıraları, ailesi içindeki üzücü, güldürücü günleri onunla berabermiş gibi gözünde canlandırır. Her düşündüğü olayla beraber o da bir kere daha o günlere gider. Evini onun evine, namazını onun namazına, şehrini onun şehrine kıyas eder. Sonra da kendine bir yer bulur o koca dünyada. Umutla oturur, umutla kalkar. Umutla girer yatağına da her sabah yeniden doğmuş bir gün için kalkar yataktan.

Allah'ın cennet vaadine bakar mü'min.

Cennetin ırmaklarının kenarında hisseder kendini.

Rabbinin hiçbir ameli boşa çıkarmayacağını bilir de 'iş yapan mü'min' olmak için çırpınır durur. Oturmayı, beklemeyi, hayal kurmayı kendine yakıştırmaz. Ne yapabilirsem, ne kadar olursa ama 'Allah için' der her seferinde. Küçük denecek işler de yapsa Rabbinin o küçük işlerden Uhud dağı gibi sevaplar büyüteceğine iman eder.

Bugününü, yarınını, elindekini, hayalindekini Allah'a emanet eder. Allah'a emanet edilen hiçbir emanete de ziyan gelmeyeceğini bilir.

Bu olunca mü'min, neden umut hakkı onun olmasın. İyi bir dünya da iyi bir ahiret de onun hakkıdır. Beklemek ve beklediğine ermek onun hakkıdır. Cennet de cenneti umut etmek de.