Değerli Ahmet Hocam,

“Kitaba Yolculuk” isimli sunumunuzda Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yazdığı “Yaban” romanını bizlere tanıtmaya çalıştığınız konferansı ilgili dinledim.

“Ömrümü vakfettiğim kitap okumayla alakalı böyle bir ‘kitap tanıtım programında’ sizlerle beraber olmaktan mutluyum” ifadeniz beni çok etkiledi. Hakikaten sizi, teneffüs aralarında merdivenlerden inerken, koridorlarda yürürken, bahçede gezinirken kitap okuyarak gördüğümüz malumdur.

“Kitaba Yolculuk” programında birçoğunun okuduğunu sandığınız Yaban’a öğrenciler yabancı kalmışlardı. Okulumuz 11. sınıflar olarak okumak ve sonunda imtihan edilmek üzere seçilmiş bu kitabı sizden dinleyecek olmam beni çok heyecanlandırmıştı. Biliyordum ki siz meseleye “eleştirisel bir yaklaşım getirecek” bizim farklı açılardan düşünmemize de imkan tanıyacaksınız.

Yani diğer öğretmenler gibi (haddimi aştıysam özür dilerim) kitapta olaylar şöyle şöyle geçer, şu oldu, bu oldu; dili çok güzel kullanmış, üslubu ise bir harika deyip bitirmeyeceğinizi biliyordum.

Üstünüzde çizgili mavi takım elbiseyle uyumlu sıfır yakalı beyaz gömlek, başınızda püskülü arkaya sarkmış kırmızı fes ile konuşurken sunumunu yaptığınız romanın kahramanı gibiydiniz.

Sanki yüzyıl öncesinden günümüze gelmişsiniz gibiydiniz. Roman kahramanı Ahmet Celal’i çok iyi tahlil etmiş ve içselleştirmiştiniz.

Şekil olarak Ahmet Celal’e benzediniz ama fikren aynı yerde durduğunuzu söyleyemem.   Çünkü günlüğünde o, Anadolu köylüsünü sürekli Batı ülkeleri ve batılı insanlarla kıyaslıyor, bir hakaret etmediği kalıyordu.

Köylünün Kurtuluş Savaşı’na karşı gafil ve ilgisiz olması, köyün pislik (özellikle çeşme başının) içinde bulunması, köylülerin zaman kavramının anlamını yitirmesi ve hatta nasıl aile olduklarını bile hakaretâmiz bir ifade ile söylediğini okuduk.

Türk Aydın’ı, Türk entelektüeli, Anadolu insanına bu kadar uzak kalmış olmasını yadırgarken, günlük defterinin sonunda kendisini suçlamakla adilâne bir tutum sergilediğini ifade etmeniz bile yazarın hakkını veriyor olmanızla çok ilgili.

Sanırım kitabın bir kurgu olduğunu ifade etmeye çalıştınız konuşmanızın başında. Sakarya Savaşı'ndan sonra Mezâlim-i Tekîk Heyetinde bulunan yazar Yakup Kadri, Eskişehir dolaylarında Yunanlıların yaptığı kötülükleri/ zalimlikleri tespit etmek isterken yani kayaların arasında yanmış insan kemikleri ararken sadece kıyıları yanmış bir defteri bulmuş olması biraz ilginç gelmiş size.

Evet, defter belki yanmamıştır ama o defter bizi üç dört sene o köyde yaşamış Türk subayının düşünce dünyası ile Türk köylüsünün yaşantısı arasındaki büyük uçurumu en büyük deliliydi.

Kurgu ile gerçeklik arasında köprü vazifesi gören bu günlük (defter) bütün çıplaklığıyla Anadolu'nun fotoğrafını çekiyor dememiz hakkaniyetli olmayacaktır. Köylünün yaşayışını görmüş ve kendi öğrendikleriyle kıyaslayıp isimlendirmiştir. Bu her aydın/okumuş insanda olabilecek bir yanılsamayı da yanında taşıyacaktır. Hocam vallahi çok iyi bir yorumlamaydı bu.

Lakin TRT’nin siyah beyaz çektiği kısa videoda “edebiyatla siyaseti ayırırım” diyen yaşlı Yakup Kadri’ye ufak bir  itirazınız olmuştu. Çünkü Yakup Kadri'nin bütün romanları, tarihi ve sosyal olayları bir fotoğraf kalitesi ile anlatmaya çalışan realist eserlerdir ki siyasi olaylara da yer verilmiştir, tespiti kaynak kitaplarda kayıtlıdır.

“İşitmediniz mi Mustafa Kemal isminde büyük bir adam, büyük bir kumandan İstanbul'dan çıktı. Anadolu'ya geçti, Erzurum'da Sivas'ta milleti başına topladı: Hükümet, devlet görevini yapmıyor; biz kendi kendimizi düşmana karşı koruyacağız, dedi. Şimdi onun adamları taraf taraf Yunanlılarla, Fransızlarla dövüşüyor. Hepsi öyle kahraman kişiler ki!”

Cümlesi romanda geçtiği zaman şu ifadeyi kullandınız: “Romanlar, tarihi gerçeklikten ilham alır ama romandan tarih öğrenilmez.”

Bu cümleden yola çıkarak Mustafa Kemal'i üstün yetkilerle  İstanbul'dan  Anadolu'ya gönderenin padişah Vahdettin olduğunu, İngiliz yüzbaşısının imzaladığı izin belgesi ile geçtiğini anlattınız.

AHMET TAŞTAN

Kaynak: gencgazete.net