Yaz mevsimi nasıl da bitiverdi, öyle ansızın...

Günler çaktırmadan usul usul kısaldı/kısalıyor. 

Tıpkı bir insanın gençliğinin, ömrünün ansızın geçmesi gibi.

Cerrah Deresi'nin suyu, bahar mevsimindeki çoşkusunu yitirmiş, sessiz sessiz ve kıvrım kıvrım akıp gidiyor kendi yatağında...

Güneş artık çok nazlı.

Bulutların arkasına saklanıp saklanıp duruyor.

Bazen hiç çıkmayacak, yüzünü göstermeyecek gibi kayboluyor.

Arada bir bulutların arasında göz kırpıp çıksa da artık ısıtmıyor güneş ışınları...

Baksana, kediler köşe bucak sıcaklık diliyorlar.

Sonbahar, adete bütün tonlarını sergilemiş vaziyette.

Rengarenk kelebekler değil, artık sararmış yapraklar, istikametsiz uçup uçup  gidiyor.

Yayvan yapraklı ağaçların sarı tonlu yaprakları, tane tane ayaklarımızın dibine her esintide düşüveriyor.

Ayrılığı, vedayı, hasreti ve hüznü hatırlatırcasına...

Duygudan duyguya, anıdan anıya geçiyor insan. 

Zira yapraklar, zaman zaman kafamızın üzerinden esen rüzgarla bir meçhule doğru uçuşup gidiyor.

 Ardından tane tane hüzün ekerek...

Uludağ, beyaz gelinliğini giyme telâşında. 

Yakında Uludağ'a tane tane kar yağar.

Kulağım, coşkusunu yitirmiş sessiz sessiz akan Cerrah Deresi'nde.

Gözüm, piknik yapanların dumanları arasında oyun oynamaya çalışan çocuklara takılıyor.

 Aklıma, her sohbette İnegöl'ün baba bir şehir olduğu vurgusu geliyor.

Verimli toprağı ile binbir çeşit meyve ve sebze, hatta binbir çeşit çiçeğin yetiştiği tarifsiz bir güzel şehir İnegöl.

İşsizliğin olmadığı, insanların el ele verip çalıştığı doğa harikası bir şehir.

Baba şehir denilmesi de bundan olsa gerek...

Tıpkı binbir çeşit çiçekli bahçelerde olduğu gibi, Cerrah çay bahçesinde her şehirden, bölgeden ve hatta ülkeden insanlar var.

Herkes kendi tarzı, geleneği ve kültürü ile bir haftanın yorgunluğunu atıyor!

Birbirini dumana boğararak...

Dumana maruz kalarak...

Kimisi beladan, kimisi geçim derdinden, kimisi de savaştan; temelde ekmek kavgasından aynı kaderi yaşıyor.

Ekmek kavgası, onları sadece doğdukları yerden etmemiş.

Okuldan, eğitimden mahrum bırakmış. 

Özlemlere, acılara girmiyorum bile..

Çoğunluğu fabrikalarda çalışıyor.

Eyvallah... Kimsenin ekonomik sıkıntısı yok.

İnegöl, bu anlamda babalığını ziyadesiyle yapıyor.

Ama tıpkı çocuğuna bolca mama, oyuncak ve üst baş alarak çocuğu ile hiç zaman geçirmeyen, sohbet etmeyen ve oyun oynamayan sorumsuz bir baba vaziyeti söz konusu.

Yani anlayacağınız, maalesef çocuğuna sadece para harcamayı veya eve ekmek getirmeyi babalık sananlardan farksız değil İnegöl'ün babalığı.

Yoksa bu kadar vakalar, aile sorunları ve uyuşturucu bağımlısı çocuklar, gençler olmazdı.

Unutmayın ki, para sıkıntısının olmadığı yerde bilinçsizlik varsa uyuşturucu vb. şeyleri temin etmek, bulmak ve bulaşmak çok daha kolay.

İnegöl, babalığını sadece para ile sınırlı tutmamalı.

Sorumlulukla davranmalı...

İnsanları eğitmeli. 

Fabrikalarda çalışanlar, formel eğitimlere tabbi tutulmalı.

Her fabrika, kendi çalışanını eğitmek için özel bir çabaya girmeli.

Fabrika veya işletme sahibi çalışanlarına maaş, sigorta ve yemeğin yanında eğitim de vermeli.

Aynı şekilde her kurum, kuruluş ve dernek; aile eğitimlerine, veli eğitimlerine ağırlık vermeli.

Zira eğitim, en az ekmek kadar elzemdir.

Düşünsenize, okulunu yarım bırakmış, okula gidememiş sayısız anne baba var İnegöl'de...

Bu anne babalar, çocuklarına doğru anne baba tutumu ile davranmaları mümkün mü sizce?

Çoğu kişi denk geldiği patron ve ustalarından ne öğreniyorsa onu doğru ya da yanlış olduğunu muhakeme etmeden kendi hayatına tatbik ediyor.

Hatta maalesef çalıştığı işyerinde bağırma, çağırma ve emir diline maruz kalıyor çoğunluğu.

Korku dili dışında kendiler ile iletişim kurulmadığı için 
kendileri de usta olunca, onlar da aynı dili kullanıyorlar.

Çünkü öğrendikleri ve bildikleri tek dil, korku dili.

Bu yanlış dili ve hatalı tutumu, maalesef kendileri ile her yere taşıyorlar.

Evde çocuklarının ruhuna korku işleyerek terbiye edeceklerine sanarak bir ömür boyu sevgiye susatıyorlar.


Nasıl ki bazı ustalar ve patronlar, çalışanları kendilerinden korktukça daha iyi çalışacaklarını sanıyorlarsa onlar da çocuklarının kendilerinden korkması gerektiğini düşünüyorlar.

Sokakta da doğru öğrendiklerini sandıkları mezkûr dili kullanıyorlar.

Hatta bir çoğu, korku ve argo dili dışında bildiği bir dil yok.

Zira bir çoğuna sevgi ve eğitim dili ile birşey öğretilmemiş.

Durum böyle olunca, evde eşi ve çocuklarıyla sevgi dili ile bağ kurmak yerine, korku dili ile bağırmayı doğru sanıyorlar.

Daha doğrusu, bağ kurmasını bilmiyorlar.

Kendileri ile bağ kurulmayan çocuklar, evden ve aileden kopup bir belaya veya uyuşturucu vb. şeylere bulaşıyorlar. 

Çocukların ve gençlerin, paranın sorun olmadığı bir yerde kendilerine zarar vermeleri böylece kaçınılmaz oluyor.

Sonra da dizimize vurup duruyoruz, çaresizce...

Sorunların sebeplerine odaklanıp gidermek yerine, sonuçlarına üzülüp üzülüp kahroluyoruz. 

Kısacası babalık sadece çocuğun cebini doldurmak veya karnını doyurmak değil, sorumluluk duygusu ile çocuğunu hayata hazırlamaktır.

İnegöl'e de sorumluluk duygusu ile babalık yapmak yakışır.

Mehmet Şah MARHAN
Eğitimci Sosyolog/Aile Danışmanı

Editör: Fırat Çelik