“Bir kimsenin malına veya bedenine bir musibet etse ve onu gizlese, insanlara şikâyet etmese, ona mağfiret etmek Allah’a hak olur.”      ( Hadis-i Şerif )

      Şikâyet; yakınma, hayıflanma bir nevi memnuniyetsizlik halidir. Fani dünyanın hengâmesinde derdi tasası içindedir elbet. İnsan, nisyandan geldiğinden midir nedir, kendini sonsuz sanıp hep mutlu olmanın yollarını arar durur. Mutluluk nedir? Kimine göre para, kimine göre makam-mevki, kimine göre şöhret, kimine göre aşk, kimine göre sağlık… Herkese göre değişen ancak bütün insanlık tarafından özlem duyulan bir durum.

Mutluluk;  ” özlenen, her türlü isteğe kavuşma anında duyulan sevinç hali”.  Anlamından da anlaşılacağı üzere insanoğlunun bir arzusuna kavuştuğunda duyduğu anlık ve geçici histir, anlık ve geçici olan, aynı insanın kendisi gibi…   Oysa dünya dönüyor ve hiçbir hal aynı kalmıyor elbette, bazen mutlu oluyoruz bir sebeple ve kimi zaman da hüzün duyuyoruz bir sıkıntı sebebiyle. Aslında hepimiz biliyoruz ve yaşıyoruz bu durumu, hangi makamda olsak da, zengin ya da fakir olsak da fark etmez, bir yanımız bahar açarken bir yanımız solup gidiyor. Çünkü burası dünya, fani olan, geçip giden, sonu olan bir âlem.  Sonsuzluk arayışlarımız, özümüze olan hasretten, asli vatanımıza uzak kalıp, baki olana âşık oluşumuzdan kaynaklanıyor. Hakikatten habersiz olan ruhlar o yüzden sürekli bir serzeniş halinde, neden, niçin soruları kafalarını kurcalarken halleri hep şikâyetçi bu sebeple. Bu durum böyle olunca, her şeyden memnuniyetsiz, kanaatsiz oluyor insan. Oysa belki etrafına baksa” şikâyet ettiği bir yaşamın başkasının hayali”  Tolstoy’un deyimiyle. Ayaklarının yorgun olduğundan yakınan biri ayağı olmayanı fark etse ne düşünecek acaba?

Bu yüzden Rahmet Elçisi, müminlerin kendilerinden daha zor durumda olanlara bakıp şikâyet etmemelerini şükretmelerini öğütlememiş mi? Yoksa insanların hepsi kendinden daha rahat görünen birilerine baksa hayat yolculuğundan razı olur mu?  Dünyanın misafirhane olduğunu idrak etsek aslında bu kadar sızlanmanın, hayatımızı, ömrümüzü, çevremizdekileri nasıl yıprattığını anlarız aslında. Mesele bakış açımızı doğru tutmakta saklıdır. Ölümlü dünyada elbette hayatımızı güzelleştirmek ve huzurlu olmak için çırpınmamız doğaldır. Ancak bunu yapayım derken sürekli mızmızlanmak, zahmetsiz rahmet aramak beyhude bir çabadır. Ve bu durum sadece bizi değil maalesef toplumu da etkilemektedir. İşini beğenmeyen, aşını beğenmeyen, anne- babasını beğenmeyen, her şeyden ve herkesten şikâyetçi olan insanlar yüzünden toplumlar bozulmaktadır.

“ Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim”, ( Yusuf; 86) ayeti kerimesi gereğince yaşayıp, sadece Rabbimize sığınsak kalbimiz de ruhumuz da huzurla sakinleşecektir. Şükür nimeti arttırırken şikâyet ise derdi tasayı çoğaltmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Mevlana ‘nın deyimiyle;

Misafirsin bu hane de ey gönül!

Umduğunla değil, bulduğunla gül,

Hane sahibi ne derse o olur,

Ne kimseye sitem eyle ne üzül!

Ömür yolculuğunda seyyah misali giden yolcu,  aslında reçete açıktır uygulamak isteyene.  Hayatına anlam katacak hakikate gönlünü kapamamak gerektir. Şikâyeti bırakmanın ve yola düşmenin vakti gelmiştir…  Sözün özü;

“ Şikâyet etme! Bir hikâye inşa et, küçük bir ışık saçsın… Bir insanın dünyasını aydınlatsın, zihninde şimşekler çaksın, aşkla, şevkle kanatlansın!  ( Yusuf KAPLAN)

                                                                                                                      Sevda ÇEVİK