VERMEYİNCE MABUD,

NEYLESİN SULTAN MAHMUD?

eid-aladha-royal-moroccan-lamp-golden-3d-background-photo-ai-generated

Atasözünde geçen Mabud, ibadet edilen anlamında Allah’ın isimlerinden bir isimdir.

Sultan Mahmut da hükümdarlardan bir hükümdar…Bu hükümdarın Osmanlı hükümdarlarından Sultan 2. Mahmud olduğu da söylenmektedir.

Hikayenin diğer kahramanına da bazı rivayetlerde Tıkandı Baba derler.

İşte bu atasözünün hikâyesi:

shiny-gemstones-illuminate-circle-wealth-generated-by-ai

Hikaye edilir ki; Zamanın birinde kısmetinin bağlı olduğuna inanılan bir adam varmış. Adam toplumda o kadar meşhur olmuş ki sarayda Sultan Mahmut bile duymuş bu adamı.

Sultan Mahmut merak etmiş bu kısmetsiz adamı. Bir de biz deneyelim demiş bu adamın kısmetini.

Bir koca tepsi baklava yaptırmış. Tepsinin altına görünmeyecek şekilde altın dizdirmiş.

Sultan, tepsiyi bir şekilde adama ulaştırmış. Tepsiyi ulaştıranlardan adamı takip etmelerini de istemiş.

Adamımız tepsiyi almış. Elinde baklava tepsisi yolda bir tanıdığına rastlamış. Hikayeyi uzatmayalım paraya ihtiyacı olduğu için baklavayı tanıdığına satmış. Bedavadan baklava geldi onu da iyi paraya sattım diye sevinmiş.

Gönderdiği bir tepsi dolusu altının akıbetini öğrenen Sultan, adamın kısmetsizliğine hayret etmiş.

984301_OH1BNI0

Bu ikramda nasibi yokmuş. Başka bir ikram gönderelim demiş. Adamın her gün geçtiği köprüye, tam geçeceği vakitte sağlı sollu onlarca altın dizilmesini emretmiş. Sonra kenara çekilin ne yaptığını bana haber verin demiş.

Görevliler bakmışlar. Bizim adam köprüye doğru geliyor. Köprüden geçecek başka kimse de yok. Hemen altınları köprüye saçmışlar. Adam köprüye gelmiş. Tam adımını atacak, aklına ne geldiyse geri dönmüş.

Sultan Mahmud bu nasibsizliği de duyunca bu kadar da olmaz demiş. Emretmiş. Adamı yaka paça huzuruna getirmişler. Sultanın karşısına çıkan adam çok korkmuş.

5-145

Sultan, adamın devlet arazilerden birine getirmelerini emretmiş. Getirmişler. Ona bir kasnak verilmesini emretmiş. Sultan adama demiş ki; “Bu kasnağı atabildiğin kadar uzağa atacaksın. En son durduğu yere kadar olan arazi senin olacak.”

Adam kasnağı savurmuş. Kasnak havada bir yay çizip geri gelmiş. Adamın ayaklarının dibinde durmuş. Sultan “Bu kadar da nasibsizlik olmaz” diye hayret etmiş.

4-180

Sultan bu sefer, adamın hazine dairesine götürülmesini emretmiş. “Buna bir kürek verin.” Demiş.

“Küreği daldır, ne gelirse senindir.” Diye emretmiş adama. Adam korku ve heyecandan küreği ters daldırmış altınlara. Ters kürekle tek bir küçük altın alabilmiş.

1-616

Bu duruma da hayret eden Sultan meşhur sözünü söylemiş:

“Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut”

4-181

PARAYI VEREN, DÜDÜĞÜ ÇALAR

 1-490

"Parayı veren düdüğü çalar" atasözü ilk defa Nasrettin Hoca tarafından söylenmiştir.

Anlamı şudur; İstenilen bir şeyi alabilmek için para ödemen gerekir. Sahip olmak istediğin şey için bir bedel ödemelisin. Bedelini, parasını ödeyen kimse istediği şeyi elde edebilir.

Bu atasözünün genel anlamı para ile ilgili olsa da, aslında farklı konularda gücü imkanı olan insanın istediğini elde edebileceğini anlatmaktadır. İnsanlar istedikleri şeyleri elde edebilmek için, öncelikle o şeyin karşılığını ödemeleri gerekmektedir.

3-163

“Parayı veren düdüğü çalar” atasözü  ile aynı anlamlara gelen  Atasözlerimiz şunlardır:

 1- Ne kadar ekmek o kadar köfte.

 2- Ne ekersen onu biçersin.

 3- Zahmetsiz rahmet olmaz.

 4- Arpa eken darı biçemez.

4-104

Peki bu atasözünü Nasreddin Hocamız neden söylemiş? İşte bu atasözünün hikayesi:

 

Bir gün Nasrettin Hoca pazara gitmek üzere yola çıkar. Mahellenin çocukları etrafını sararlar. Hepsi kendince hocaya birer sipariş verir. Ama ne para veren var, ne de bir bedel ödeyen.

Çocuklardan biri, hocaya önce para uzatmış sonra da siparişini vermiş: Hocam, bana bir düdük alır mısın? Hoca çocuğa; “İnşallah alırım” demiş.

Akşam olmuş. Hoca doğru pazardan dönmüş. Yolunu bekleyen çocuklar hemen Hoca’nın etrafını sarmışlar. “Hoca bize ne aldın?” diye sormuşlar.

Nasrettin Hoca, cebinden bir düdük çıkarıp kendisine para veren çocuğa uzatmış.

Öbür çocuklar, mızmızlanmışlar.  Başlamışlar hep birden bağırmaya: “ Hocam, biz de istemiştik. Bize bi şey almadın mı?

Hoca şu cevabı vererek yoluna devam etmiş: Parayı veren düdüğü çalar.

Metal-d-d-k-hakem-spor-Rugby-paslanmaz-elik-isl-k-futbol-basketbol-parti-e-itim.jpg_Q90.jpg_

Nasreddin Hoca’nın nasihatinden anlaşılacağı üzere; hayatta herşeyin, maddi ve manevi bir karşılığı vardır. İnsan hedef ve isteklerine ancak ücret ve bedelini ödeyerek sahip olabilir.

nasrettin_hocanin_komik_fikralari_kisa_ve_uzun_nasrettin_hoca_fikralari_1628838234_8159

KIRK YILLIK KANİ, OLUR MU YANİ

7-30

Bu atasözü, tanıdığımız biri, alışılagelen davranışlarına ters davranışlarda bulunduğunda söylenir. Bu atasözü ile değişmesinin imkânsız olduğu anlatılmaya çalışılır. Mesaj şudur; Boşuna uğraşma, sen neysen osun. Veya kişi bu atasözü ile değişmeyeceğinin mesajını verir. Ben buyum ve böyle kalacağım.

3-148

“Kırk yıllık Kani olur mu Yani” atasözü, huyu uzun yıllar boyunca değişmeyen insanın karakterinin, bu zamandan sonra da değişmeyeceğine işaret etmektedir.

Peki Kani ne, Yani ne? Nedir bu atasözünün hikâyesi?

Atasözünde kullanılan Kani Müslüman ismidir. Yani ise Hristiyan ismidir.

misirli-kiz-kacirildi

18. yüzyılda yaşamış bir Divan şairi olan Tokatlı Ebubekir Kani Efendi, hayatı boyunca devlete hizmet için belirli görevlerde bulunnuştur.

Divan katipliği göreviyle Silistre valiliğinde çalışmak için Rumeli’ye giden Kani Efendi, burada bir Rum kızına aşık olur.

Kani Efendi aşık olduğunda 50 yaşındadır. Aşkı uğruna çok fedakarlık yapar ve sonunda Rum kızı da O2nu sever.

İki gönül bir olmuştur. Artık evlenmeleri için hiçbir engel kalmamıştır. Bunun üzerine Kani Efendi, kıza evlenme teklifi eder.

5-60

Fakat kızın babası koyu hıristiyandır. Soyu papaz bir aileden gelmektedir. Aile, kızlarını bir Müslümana vermek istemez.

 Aşıklar bir çare düşünürken kız Kani Efendi’ye,  din değiştirip Hristiyan olmasını teklif eder.

Kızın babası da bu fikre olumlu yaklaşır. Damat adayı, İslam’ı terk edip Hıristiyan olmayı kabul ederse kızıyla evlenmesine müsaade edeceğini söyler.

6-39

İmanı aşkından daha sağlam olan Kani Efendi bu şart üzerine şu cevabı verir:   “Yapmayın papaz efendi, kırk yıllık Kani olur mu Yani” der.

2-421

MÜREKKEP YALAMAK NE DEMEK?

2-398

Eskiden öğrenim görmüş, okuma yazma bilen, kültürlü insanlar için Mürekkep yalamış denirdi. Bu deyim günümüzde de çok bilgili, yüksek eğitim almış insanlar için kullanılmaktadır.

Peki neden eğitimli insanlara mürekkep yalamış deniyor?

Eski dönemlerde kağıt çok zor bulunan, pahalı ve kıymetli bir şeydi. Matbaa yok. Kağıt kıt... Kitaplar elle yazılırdı.

El yazması yazılar yazılırken, kitaplar elle hazırlanırken sayfaların ziyan olmaması için çok titiz bir çalışma yapılırdı.

4-86

Matbaa icat edilinceye kadar, yazılar parşömen denen bir kağıda yazılırdı. Sayfalar hazırlanırken pürüzler kaybolup kalem kayganlaşsın diye kağıt önce cilalanır sonra da üstüne ahar denen bir karışım sürülürdü.

Ahar, yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan ve suyla temas ettiğinde eriyen bir karışımdı.

Kitap yazanlar, yazım sırasında bir hata yaptıklarında serçe parmaklarını ağızlarında ıslatıp kağıda sürerdi ve böylece hata silinirdi. Ancak bu işlem devam ettikçe yazan kişi parmağını diliyle ıslatır, diline mürekkep tadı gelir, hatta dili mürekkeple boyanırdı.

Kalem ehlini halk bilir, mürekkepli dilinden de fark eder, bu kişi Mürekkep yalamış diye sayılırdı.

Okuma yazmanın çok kıymetli olduğu o dönemlerde, eli kalem tutanlar çok saygı görür, mürekkep yalayanlar el üstünde tutulurdu.

3-134

TOPRAĞI BOL OLSUN NE DEMEK?

Ölen insanın arkasından; “Toprağı bol olsun.” Deniyor. Bunun anlamı nedir?

7-26

Ölen insanın yakınlarını ziyaret edip acılarını paylaşmaya taziye denir. Taziye sırasında; “Allah rahmet eylesin.” “Mekanı cennet olsun.” “Başınız sağolsun.” “Allah yerinde dinlendirsin.” “Allah sabırlar versin.” “Toprağı bol olsun.” Gibi ifadeler kullanılır.

Peki, her şeyi anladık da bu “Toprağı bol olsun.” İfadesi de nerden çıkmış? Vefat eden kişilerin mezarında rahat yatması anlamında söylenen sözlerden biri… Peki ne zamandan beri söyleniyor?

Türkler, Müslüman olmadan önce ölen kişiyi değerli eşyaları ile birlikte gömüyorlardı. Bu adet tarihte başka milletlerde de görülmüştür.

Lider, yönetici, din adamı gibi toplumda önemli bir yere sahip olan bir kişi öldüğü zaman, kurgan adı verilen özel bir mezar yapılırdı.

6-34

Bunların büyüklerine Tümülüs denir. Tümülüs Latince bir sözcük olup bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır.

Kurgan’a ölüyle beraber o kişinin altın, gümüş,  mücevherler gibi önemli eşyaları da gömülürdü. Atıyla beraber, karısıyla beraber, köpeğiyle beraber gömülenler bile olmuştur.

Kişiyle beraber gömülen değerli eşyalar hırsızların dikkatinden kaçmazdı. Bu durum mezar hırsızlıklarının sıklıkla görülmesine de neden olurdu.

3-123

Ölüyle beraber mezara konulan değerli eşyaların çalınmasını önlemek amacı ile mezarın üstüne bolca toprak atılırdı. Bu ölüyü ve eşyalarını koruma amaçlı bir tedbir idi. Atılan toprak sebebiyle mezarlıklar üzerinde tepecikler dahi oluşurdu.

Üzerine atılan ne kadar çok toprak varsa mezarı açmak da o kadar zor oluyordu.

Toprağı bol olsun ki; mezardaki değerli eşyaları çalınmasın.

Toprağı bol olsun ki; ölü yattığı yerde hırsızlar tarafından rahatsız edilmesin.

4-798-21

Aslında günümüzde bu ifadenin dini ve kültürel bir karşılığı kalmış görünmüyor. Ancak binlerce yıldır söylenen ölü yakınlarına taziye amaçlı söylenen bu ifade varlığını sürdürmeye devam ediyor.

En güzeli ölüye dua etmek, Allah’tan bağışlanmasını istemek ve ruhuna bir Fatiha okumak.

AYŞE BAYRAKTAR

2-386

ATI ALAN ÜSKÜDARI GEÇTİ

2-376

“Atı alan Üsküdar’ı geçti” atasözü hangi anlama geliyor? Bu atasözünün hikâyesi nedir acaba?

Önce anlamına bakalım. Bir iş için artık yapılacak bir şeyin kalmadığın anlatmak için, iş işten geçti demek için  “Atı alan Üsküdar’ı geçti” deriz.

Peki, bu atasözünün hikâyesi nedir?

1-434

Anadolu’da Beylikler döneminde bir Bolu Bey’i vardır. Bu Bolu beyine başkaldıran, Köroğlu adında ünlü bir eşkıya vardır.

Köroğlu bir gün çok sevdiği atını kaybeder. Atını bulmak için şehir şehir dolaşır. Kayıp at peşinde yolu İstanbul’a düşer.

 Ve Köroğlu, aradığı atını İstanbul’da bir hayvan pazarında görür. Köroğlu ünlü bir eşkıyadır ama burası da İstanbul’dur. Dağ değil ki burada eşkıyalık yapıp atı çekip alsın.

1-435

 Atını geri almak için müşteri gibi davranır. Satıcıya, atı satın almadan önce binip denemek istediğini söyler. Satıcı, iyi bir müşteri buldum diye sevinir. Bilmez ki bu kişi atın sahibidir. Atı hazırlar müşteri denesin diye teslim eder.

Köroğlu üstüne binince, sahibini tanıyan at dörtnala koşmaya başlar. Süratle Üsküdar’dan geçerek gözden kaybolur.

2-375

Satıcı peşine düşer. Yetişemez. Şikayetçi olur. Yetkililer bir iz işaret bulamaz. Ve satıcıya derler ki; “ Yapacak bir şey yok. Atı alan Üsküdar’ı geçti.”

İşte o günden beri kaçıp giden fırsatlar için, olup biten işler için, yapılacak bir şeyin kalmadığı durumlarda  bu söz söylenir oldu.

AYŞE BAYRAKTAR

3-114

PAPUCU DAMA ATILMAK

3-105

Bir insan herhangi bir konuda başkası tarafından geçilirse; “Papucu dama atıldı” deriz.

Yine başkasının bir insandan daha fazla değer görmesi durumunda: “Papucu dama atıldı” deriz.

Örneğin ailede yeni bir bebek dünyaya gelir. Bir önceki bebek için “Papucu dama atıldı” deriz.

Bu deyimin hikâyesi, Osmanlı dönemine dayanıyor.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyesi üzerine Ahi Evran tarafından kurulan Ahilik teşkilatı vardır.

Anadolu’nun Türk yurdu haline getirilmesinde, Türkler arasında İslamiyet’in yayılmasında ve Anadolu’da sanatçı ve esnafın desteklenmesinde bu teşkilatın çok önemli bir işlevi olmuştur.

7-19

Ahilik teşkilatı, bir esnaf dayanışma kurumudur. Bu kurum, esnafların uyması gereken kuralları belirlerdi. Konulan ticari kurallara uyulup uyulmadığını kontrol ederdi. Her esnaf kurumunun başında kethüda denilen bir bilirkişi bulunurdu. Denetleme işini de bu kethüdalar yapardı.

Teşkilatın temel prensipleri olarak; helalinden kazanma, doğruluk, dürüstlük, işini güzel yapma, kalite, müşteri memnuniyeti sayılabilir. Resulullah Efendimiz’in (s.av.); “Bizi aldatan bizden değildir.” Hadis-i Şerifi teşkilatın temel prensibi idi.

Esnaf ile kethüda arasında yiğitbaşı denen bir temsilci bulunurdu. Esnafın prensip ve kurallara uyup uymadığını bu yiğitbaşı kontrol ederdi.

İşinde hile yapan, müşteriyi aldatan, haksız kazanç elde eden bir esnaf tespit edildiği zaman, teşkilat yetkilileri tarafından o kişiye gerekli ceza verilirdi.

6-27

Her dönemde olduğu gibi o dönemde de ayakkabı üreticiliği revaçta idi. En çok müşteri şikayetinin geldiği konuların başında da ayakkabı üreticiliği vardı. Ayakkabıya o dönemde halk dilinde daha çok papuç denirdi.

Şikayet üzerine inceleme yapılır. Esnafın ayakkabı üretirken işini düzgün yapmadığı, müşteriyi aldattığı tespit edilirse, müşteriye parası iade edilirdi.

Asıl ceza olarak da üretilen kalitesiz ve hileli ayakkabı, görevli tarafından dükkanın damına atılırdı.

Böylece ne oldu? Bir; ayıplı mal kullanım dışı bırakılarak dükkânın damında sergilendi. İki; Dükkânının damında ayıplı mal sergilenen esnaf cezalandırıldı.

Bir tane dama atılmış ayakkabıyı müşteri hoş karşılayabilirdi. İnsanlık hali hata olabilir. Ancak bir dükkan düşünün ki damına onlarca kusurlu ayakkabı atılsın. Böyle bir esnafa kim güvenir? Kim güvenip burdan alışveriş yapabilir?

1-417

Dükkanın damına atılmış onlarca ayakkabıyı gören halk, dükkan sahibini ayıplar ve  oradan alışveriş yapmazdı. Alışveriş yapılmayan esnaf da iflas ederdi. Mesaj şuydu: Ya işini kaliteli, düzgün, dürüstçe yapacaksın. Ya da bu dükkanı kapatacaksın. Hangi işi doğru yapabiliyorsan o işi yapacaksın. Yoksa Papucun dama atılır.

AYŞE BAYRAKTAR

8-18

Editör: AYHAN BAYRAKTAR