Her gün sabah işe giderken sabahın kör saatinde yan sokakta, girişteki üç katlı evin ikinci katından gelen loş ışıkta pencerede oturan o altın sarı saçlı kızı görüyorum. Bir gün değil ki, her gün. İş dönüşümde de akşam alacasında aynı ev, aynı kat, aynı oda… Ve o kız.
Sadece saçlarının rengi altın sarısı gibi. Odanın içinden gelen, loş sarı ışığın mı etkisi, yoksa saçlarımı öyle bilemedim hiç. Yüzü de belli belirsiz. Donuk bir şekilde önüne bakıyor sanki. Ama gerçekten dikkatimi çeker oldu bu aralar.
Biz bu mahalleye 2 kız kardeşim ve annemle taşınalı bir yıl olmadı daha. Babamın ölümünden sonra annemin isteği ile yaşadığımız topraklardan koptuk geldik buralara. Burası babamın memleketi. Mezarına yakın olmak istedi annem. Mezarını yaptırdık. Haftada bir annem, ayda bir ailece gidiyoruz.
Bu arada benim zaten okumaya niyetim hiç olmamıştı. Çocuk yaşlarda babamın yanında motor tamirciliğinde, çıraklıktan başladığım işime, burada kalfa olarak devam ediyorum. Babamdan kalan biraz birikimimiz var. Yakında kendi dükkanımı da açarım İnşallah.
Geçen yıl, 25 yaşımda kaybettik babamı. Şu lanet sigara, ciğerlerini bitirmiş. Kanser illeti sarmış bedenini… Annem, aile bütçesine katkı için, dikiş nakış işleriyle uğraşıyor. Kız kardeşlerimde okuyor. Okutuyorum. Ailemin baba yükü bindi omuzlarıma. Şimdi 26 ya yuvarlanıyoruz.
Yaşta kemale erdi gibi sanki. Neyse, bir sabah yine işe gidiyorum. Gözüm tabi ki pencere de yine. Donup kaldım birden. Oda da ışıkta yok kızda. Hani utanmasam gidip kapıyı çalacam, kızın nerede olduğunu, neden pencerede olmadığını soracam. İçime bir kurt düştü ya. Gittim işe. Ama tüm gün aklımda o. Akşamı dar ettim. Koşarcasına geldim sokağa. O evin önüne. Yok.
Resmen boynum büküldü. Eve geldim. Yüzümden düşen bin parça. Annem ya… Anladı dertlendiğimi. Sorunca da zaten bunu beklermişçesine, anlattım. Döktüm içimdekilerini. Evi filan da tarif edince annem durdu, oturdu. Bakışları değişti birden nedense. Konuştu. “Zehraların evi o. Kızın da adı Mehtap.”
Ben şok oldum tabi ki. Bıyık altından güldüm resmen. Anama da bak sen. Biliyor valla her şeyi. Tanıyor herkesi. Annem devam etti. “Mehtap, 20 yaşında. Anası Zehra, birde kızı Mehtap.” Sustu bir an. “Onların da babaları yok. Trafik kazasında ölmüş. Mehtap’ta o kazada sakat kalmış işte.”, dedi.
Dayamadım. “Ne kazası anne ne sakat kalması?” Annem bir şey demedi. Gözleri doldu gibi. Kalktı mutfağa gitti. Ardından bakakaldım.
Ertesi gün yine işe gidiyorum. Kafamda o cümle, dönüp duruyor… “Sakat kaldı.” Gözüm eve, odaya kaydı. Aynı yerdeydi. Nedense her gördüğümde kıpır kıpır olan içimde, bu kez sanki derin bir boşluk... İlk kez hareketlendiğini gördüm. Oturduğu yerden yarı açık perdeyi tam açtı. Belki de ilk kez yüzünü hatta gözlerini, bakışlarını bu kadar net görüyordum.
Sonra o da ne. Pencereyi açtı. Zorlandığı her halinden belli. Ve birden elindeki kâğıdı, benim dikkatimi çekecek şekilde sinirle aşağıya attı. Şaşırdım. Eğildim, aldım kâğıdı, bakmadan cebime koyup hızlı adımlarla oradan uzaklaştım.
Çay molası sırasında, kafamda yine o cümle dönüp duruyor… “Sakat kaldı.” Aklıma kızın attığı, cebime koyduğum kâğıt geldi. Aldım, açtım kâğıdı. “Merhaba. İsmin Ferit’miş galiba. Senden bir ricam olacak. Ne sen beni tanırsın ne de ben seni. Ferit, lütfen annene söyler misin? Ben sakat değilim. Bunu birine söylemek çok ayıp. Şu an için geçirdiğim trafik kazasına bağlı engelliyim. Ve tedavim sürüyor. Vücudum tedaviye cevap vermezse, engelli de kalabilirim. Kader. Ve yine lütfen annene söyler misin? Seni ayarttığım falan da yok. Ben hukuk fakültesinde okuyorum ve sabah akşam, sınavlarıma çalışıyorum. Başka bir düşüncem de yok.”
Kelimeleri, mermi gibi, sıra sıra dizildi göğüs boşluğuma. Tek kelime konuşmadan, bakışmadan… Meğer o pencere önünde, sınavlarına çalışıyormuş. Ah be anam. Ah be güzel annem. Ne yaptın sen diye hayıflanacakken… Kendi düşüncelerim geldi aklıma. “Sakat kaldı.” Niye takıldım bu cümleye? Asıl sakat olan o muydu, yoksa böyle düşünen ben mi?
Eyvallah! SON
Bekir AYDOĞAN