Aksaray’ın Ortaköy ilçesinde soğuk bir kış gecesi üstünde portakal kabuklarının kızarmaya başladığı gümbür gümbür yanan bir sobanın başında üniversite okumak için bu şirin ilçeye gelmiş gencecik delikanlılarla sohbet ediyoruz. Delikanlılar dediğime bakmayın benim de yaşım 19, sene de 1999. 

Çaylar demlenmiş, (ne yazık ki) sigaralar yakılmış, radyo son sesine kadar açılmış. İlçenin muhtemelen tek radyosunda “Sivas’ın Yollarına” türküsü de odamıza giriş yapmış. 

Ancak daha Selda Bağcan’ın sesini bile duymadan radyonun fişi çekiliverdi. Sigara dumanından zor fark ettiğimiz arkadaşımıza neden radyoyu kapattığını sorduk. Cevap kesin ve netti: “Biz Selda Bağcan dinlemeyiz”

10 dakika kadar bekledik radyonun tekrar açılması için. 90’ların o unutulmaz şarkılarını dinlemeye devam ediyorduk ki, Ahmet Kaya’nın “Penceresiz Kaldım Anne” şarkısının giriş müziği çalmaya başladı.

Ocakta yemek unutmuş ev kadını çabukluğunda radyonun fişine koşuldu ve bir kez daha radyo kapatıldı. Sormamıza gerek yoktu artık. Onlar Ahmet Kaya da dinlemezdi.

Müziğe ideolojik bir bakış açısıydı bu, karşı ideolojinin sanatçılarının nağmeleri evlerine giremezdi. Muhtemelen bir başka ortamda da Mustafa Yıldızdoğan dinlenmez, kapanırdı.

Sadece müzik değil kitaplar da girmezdi evlere. Karşıt görüşlerin yazarlarının kitapları ellere alınmazdı. 

Ben 42 yaşına kadar Zülfü Livaneli hiç okumadım. Hatta cahilliğime verin, ben Zülfü Livaneli’nin müzisyenliğinin ve bir siyasi olmasının dışında yazarlığından da haberdar değildim. 

Ancak şunu ifade etmek zorundayım. Abdülhamid Han hakkında 10’a yakın kitap okumuş biri olarak; padişah değil de insan olan Abdülhamid’i bana en güzel anlatan Zülfü Livaneli’dir. 

Livaneli'nin "Kaplanın Sırtında" romanı, Abdülhamid'i sadece bir padişah olarak değil, aynı zamanda karmaşık bir insan olarak ele almış müthiş bir eser.

Yani ben kendi ideolojik yaklaşımıma yakın bir hiç yazardan bu derece etkilenmedim. Hiç biri bende bu derece etki bırakmadı. Sonra Livaneli eserleri almaya devam ettim.

Serenad romanı, 2.Dünya Savaşı’nın acımasız yüzünü bir kez daha gösteren, Şile’de denizin ortasında kaderine terk edilmiş bir gemide sevdiği kızı bekleyen Amerikalı bir profesörün hikayesini büyük bir heyecanla anlatıyor. Çok kısa sürede bitirdim.  

Aynı şekilde “Kardeşimin Hikayesi” bir cinayetle başlayıp bambaşka bir son ile biten harika bir kitap. 

6 yıl İmam Hatip okumuş ve bununla her daim gurur duymuş biri olarak farklı görüş, ideoloji, anlayış, felsefe adına ne derseniz deyin okumanın; sizi yoldan çıkardığını değil daha geniş düşüncelere yelken açmanıza yardımcı olduğunu düşünüyorum. Ön yargınızı bir kenara bırakarak kendinize güvenerek; kaliteli olduğunu düşündüğünüz insanları okuyun.

Bu zamanda en zor iş okumak. Okuyun, mutlaka okuyun. Sosyal medyada dedikodu okuyacağınıza sizi farklı dünyalara götürecek ufkunuzu açacak kitaplar okuyun. Yeter ki okuyun.