Aşkta önemli bir husus vardır. Ekip miyiz rakip mi? Ekipsek tadından yenmez ama rakipsek bizi yıpratır. Dolayısıyla aşık ve maşuk birbirlerine karşı hep borçlu olmalıdır, alacaklı değil. 
Karşılıklılık koşulunu, hakları yerine koymada eksik kalma, kendini yetersiz hissetme, muhatabına güvenememe ya da layık olamama kaygısı besler. Bu durum evlilikte çok ince bir ilişki biçimidir. Azcık suistimal edilirse ucu kaçar, alacaklı olmaya geçer.” 
Yaşam da ölüm de birer sınav... Ya kazanırsın ya kaybedersin. Yolun sonu ya cennete ya cehenneme çıkar ama aşkta bu risk yoktur. Gerçekten seviyor ve bu nimeti borçlu-alacaklı ilişkisine dönüştürmüyorsak aşıkız, kendisine can borçlu olduğumuz dostu arıyoruz demektir. Bunun adına güven diyelim, dostluk diyelim, aşk diyelim ama bu gönül bağı bir akit değil ahiddir. 
Akdetmek bir şeyi toplamak, bağlamak demektir. Çözül- menin zıddıdır. İpi akdetti, düğümledi ya da satış akdi yaptı deriz. Akidde karşılıklılık esastır. Düğünlerdeki akide şekeri deyimi nikahta akid yapmakla ilgilidir. 
Ahid ise bir şeyi korumaktır, gözetmektir. Aşıkın maşuka uyma iştiyakıdır, tek yanlıdır. Zira kul rabbıyla akdetmez, ahd eder. 
Aşk akit değil ahid üzere olmak, karşılık beklememektir. Aşık maşukundan sadece susamış yüreğine bir damla yağmur, kurumuş dudaklarına bir yudum su ister. Hepsi bu kadar… 
İçimizde bir izdiham olur. Sürekli bizi yoran gölgelerle tartışırken bir yandan da gurbet akşamlarındaki serin güz rüzgarlarını Hüsn’ün sıcaklığıyla ısıtmanın mahcubiyetini yaşarız. Oruç tutmadıkları halde oruç tutanların imanlarına özenen savruklara benzeriz. Hiç tatmadığımız, zaman zaman açlığını duyduğumuz ama bastırdığımız bir duygunun girdabına kapılırız. Belki de küçük bir kıvılcım hiçbir göz izi olmayan derunumuzda yangına dönüşür. Çelişkilerle dolu bu süreçte ateşten bir gömlek giyeriz.
Gönül yarası vuslata dek sürer. Vuslatı dünya sarayının fanilik döşeğinde tadamayanlar cananı için can istemekle canı için canan istemek arasında seçimlerini canandan yana yapar, aşkı mihenk ederler. O mihenk “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz.”dir. Onlar cansız bırakılmaktan korkmaz, canansız bırakılmaktan korkarlar. 
Kalbini gündelik telaşlardan koruyabilenler aşk oklarından birine hedef olurlarsa sızlanmaz, niyazda bulunurlar. Kendilerinden Hüsn’e giden, Hüsn’den kendilerine gelen her mektupla kızgın şişlere geçirilen bu gömlek ilmek ilmek örülür. Gönül yarası, sonsuzluktan bir damla tatmadan şifa bulmaz. 
“Bilmezdim sevgi de sular gibi gizlenirmiş zamanın yap- raklarına” diyor şair. Sevmek ve sevilmek bir nasip meselesi. Yola çıkmadan yolun bizi nereye götürebileceğini kestireme- yiz. Bulduğumuz yer, bıraktığımız yerden daha asude olacak mı deniliyorsa, ömür tereddütlerle örülüyorsa, seçim yapmak zorunda kalındığında donup kalınıyorsa ya aşk sanılan duygular ya da kendisini âşık sananlar ölüp gidiyorlar demektir. Bu akıbet aşkın edebi kuşanılmadığı içindir. 
Kovanım yağma olsun demeden, ballar balını buldum diyemiyoruz. Bu hepimizin öyküsü: Macera istiyor ama güvenli mecramızdan uzaklaşamıyoruz, öteleri arzuluyor ama yola çıkamıyoruz, kesinlik istiyor ama tereddütlerle yaralanıyoruz.
Bir yolcunun anı defterinde şöyle yazar: 
“Günler günleri kovaladı. Hüsn’den haber geldi ve yıllar sonra yeniden kavuştuk. Gün doğmuş, gönül âlemini buza kesen o uzun ve karanlık kış, yerini bahar cıvıltılarına bırakmıştı. O uzun yorgunluktan geriye, içimizde nöbet bekleyen amansız bir soru kalmıştı sadece. Araftakilerin içinde bekleyen ve dinmeyen bir sancı gibi şakakları yoklayan o soru. Yine ayrılır mıyız?”
Yapacağımız şey bizi kavuran bir ateşin azalarak kül ol- masını beklemek değil rabbımızın muradı üzere sürekli olmasına çalışmaktır. Gerçekten sevenler birbirleri için meveddetin mayası, tecelli aynalarıdır. Zira onlar birbirlerinde yüzleriyle açılan bir cemalin tecellisini görürler. O tecelliyi yudumlamak, birbirlerini sevindiren bir ayna olmak isterler. 
Yorgunluğumuzun nedeni çölde delik kovayla zemzem taşımaktır. Oysa bizim o suyun her zerresine ihtiyacımız var. Şair şöyle diyor:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni bensiz bıraktın, beni sensiz bıraktın

Umutsuz bir aşk, sabun köpüğüdür. Ümit Yaşar Oğuzcan bu dizeleri yazarken belki de böyle bir karamsarlığı yaşıyordu. Fakat o bu karamsarlıkta yalnız değildi. Dünya denilen bu büyük gemide sapkın ve şaşkın insancıklar benzer acıları yaşarken Nuh’un küçük gemisine binen olgun insanlar bedelini ödedikleri bir huzuru yaşıyorlar. Onlar cansız bırakılmaktan korkmuyor, canansız bırakılmaktan korkuyorlar ama yine de insandırlar. İçlerinde mor ve kızıl peyzajlı olası karamsarlık sahneleri onları kısa alaboralarla zaman zaman oyalasa da isyanı kendilerine huy edinmedikleri için onların bu alt üst oluşları kısa sürüyor. Çünkü yaşadıkları sınav değil hasret görünen bir aşktır.
Âşık olduğunu sanan kimse sevdiğini sandığı kimseye sen benim sınavımsın derse orada aşk yok demektir. Zira birinin hayatında fitne olmak, sınav olmak yoktur aşkta. Seven kişi bunca gönül kirliliğinin ardından katlanılan vebale bir de ben eklenemem, varsam varım, yoksam yokum, bir varım, bir yokum diyemez.. 
    Hem sevgili, hem yabancı olamam diyor da gidebiliyorsa yaşadığı bir duygu coşkunluğudur, aşk değil. “Ben” hesabı var ve zavallı aklı önde demektir. O vakit zaten aşka dair değildir. 
Aşk yoluna düşen kişinin gönlüne ateş düşerse hiç tahmin etmediği bir kavşağa gelip yaslanmış demektir. Ateşten denizlerdeki mumdan bir gemide yolcudur artık. Gemi de yanar, kendisi de. Aşkın bedelini ödeyebilenler, acısına katlanabilenler onunla taçlanıyorlar. Sevenlerin, yokluğun hangi kavşağında muratlarına ereceğini bir Allah bilir.