Kandilli Mahallesi’nde Yalnızselvi caddesinden Mehmedçavuş sokağına girilince sokağın hemen aşağısında sağa doğru bir çıkmaz belirir. Bu çıkmazın sağındaki ikinci binanın üst iki katı 2012 yılına kadar Efe Hazretleri Vakfı’ydı.

Hattat Hüseyin Kutlu Hoca bu vakıfta dostlarıyla haftada bir akşam buluşuyor, burada Alvarlı Muhammed Lütfi Efe’nin rûhaniyetiyle şenlenen bir meclis kuruluyordu. Neyzenlerden Ahmed Şahin ve Sadreddin Özçimi hat sanatıyla da uğraştıkları için bu meclise katılıyorlardı. Vakıf sonradan Kanlıca ile Kavacık arasındaki bir Nakşî meşihatına taşındı.

Hüseyin Hocam Konyalı. Alvarlı Muhammed Lütfü Efendi’nin oğlu Seyfeddin Efendi’nin damadı. Cemaatin manevi ağabeyi sıfatıyla hizmeti devam ettiriyor, ihvana hatmı hâce okuyordu.

Yağmurlu bir sonbahar akşamında Çengelköy’ün Rasathane’ye doğru çıkan bu caddesinden yürüyerek vakfa geldim. Yatsı namazının cemaatle ikamesinden sonra Hocaefendi hatmı Hâcegânı ve Alvarlı Efe’nin nazmettiği silsile-i zehebi okudu. Uzun ve içli bir dua, salât ve selamdan sonra kasım ayının ortasında İzmit Belediyesinin üstlendiği bir icazet merasiminden bahisle şu hususlara temas etti:

“Belki bazı kardeşlerimiz durup dururken kendimize iş icat ettiğimizi düşünebilirler. Bizim hat, ebru, tezhip gibi güzel sanatlardaki gayretimizin sebebi şu: Millet olarak Van depreminden daha feci manevi bir deprem yaşıyoruz. Değerlerimiz yerle bir edilmiş vaziyette. Biz insanımızın mazisiyle koparılmış bağlarını yeniden ihya etmeye, kurulan bağları tahkim etmeye çalışırken bir mesaj veriyoruz.

Yaşadığımız dünyada fani olan her şeyin Cenab-ı Hakk’la bir irtibatı vardır. Güzel sanatlarımızın ihyasıyla bu rabıtayı göstermeye, canlandırmaya, bu hakîkat şuurunu insanımıza kazandırmaya çalışıyoruz. Bizim sanat anlayışımızın modern sanat anlayışından en büyük farkı nesep tesbitidir. Modern yaşantıda, kişilerle kurumlar arasındaki ilişki esastır. Falan adam filan okuldan diploma alır. Bizdeyse nispet kuruma değil işin erbabınadır.

İcazet geleneği günümüzdeki insanı üstadına, onu onun üstadına bağlayarak bu nisbeti bir maneviyat büyüğüne kadar ulaştırır. Bu tavır, kendisini onların rûhaniyetiyle tanımlamaktır. Nitekim berberlerin pîri Selman-ı Farisi, marangozların pîri Habib-i Neccar, pehlivanların pîri Hazret-i Hamza, kahvecilerin pîri Şeyh Şazeli’dir. Böyle bir nesep tesbiti ümmet olarak zaman ve mekândaki manevi rabıtamızı sağlamlaştırır. Müslüman fert, modern dünyadaki yalnızlığı yaşamaz. Bu tavır, ümmet olmanın zaman ve mekânı kuşatan güçlü bir bilinç olduğunu gösterir. Biz bir vücudun azaları gibiyiz. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlarla maddi manevi bir irtibatımız olduğu gibi geçmişteki, gelecekteki Müslümanlarla da bir irtibatımız vardır. Biz işte bu rabıtaları sağlamlaştırmak istiyoruz.

Fakir, icazet verdiğim her talebeden sorumluyumdur. Talebemin icazetindeki imzam, ona kefil olduğumu gösterir. Şayet talebem bu sanatın rûhuna uymayan bir yaşama biçimini seçerse imzamı geri alırım.

Bu durum Müslüman sanatkârlarda olduğu gibi Müslümanların sosyal hayatlarında da etkili olan bir murâkabe[1] vesilesidir. Nitekim bir tariki devam ettirmek ancak o tarikin şeyhinden icazet almakla mümkündür. İcazet veren üstat halefinin kefili olmuş demektir. Üstat, yolun adabına uymayan kimseye kefil olmaz. Nesep tesbiti, İslami ilimlerde şarttır. İcazet almadan rivayet olmaz, herhangi bir eser okutulamaz.

İlimde, sanatta, zenaatta, tarikatta süregelen bu usta çırak ilişkisi bizim hayatımızı öyle kuşatmıştı ki hiç kimse “Ben bireyim, hiç kimse bana karışamaz.” diyemezdi. Şimdi ipsiz sapsız, sorumsuz zavallılardan oluşan bir yığına dönüşüyoruz. Bu tehlikeli gidişata sahih bir istikamet kazandırmak niyetiyle şimdiki ve gelecekteki kuşaklara, onları birbirlerine ve Allah’a bağlayan kuvvetli bir rabıta bilinci kazandırmak için çalışıyoruz. Allah ile kulun arasına kimse giremez diyenlere itibarımız yoktur. Çünkü “Halka merhamet edin ki merhamet bulasınız.” “Kula teşekkür etmeyen Allah’a şükretmiş olamaz.” buyuran bir peygamberin ümmetiyiz. Halka hizmet Hakka hizmettir.

 Yunus Emre “Ölen hayvan imiş / Âşıklar ölmez.” buyuruyor. Bedeni için çalışanlar onunla beraber toprak olurlar. Ancak kişiliklerini beden üzerinde etkin olan bir rûhla inşa edenler ihya olurlar. Niyetimiz budur. Umudumuzsa bu çabanın semeresini vermesidir. Tevfik, Allah’tandır.”

Hüseyin Hoca kendisini Alvarlı Efe Hazretleri diye bilinen Muhammed Lütfi Efendi'nin yoluna vakfetmişti. Alvarlı Efe Hazretleri'nin ilk hocası babası Hüseyin Efendi’dir. Babasının da kendisinin de Nakşi şeyhi Bitlisin Kufra Köyü’nden Şeyh Muhammed Efendi, Kadirî şeyhi ise Tillolu Şeyh Nur Hamza Efendi’dir. Manzumeleri oğlu Seyfeddin Efendi’nin nazaretinde derlenerek “Hülâsatü’l-Hakâyık ve Mektûbâtı-ı Hâce Muhammed Lutfî” adlarıyla yayınlanmıştır. Sanat kaygısı gözetmediği şiirlerinde aruz ölçüsüyle Fuzûlî neşvesinde, hece ölçüsüyle Yunus neşvesinde mesnevî, kasîde, gazel, destan, mâni ve ferd gibi çok sayıda manzûme yazmıştır. Arapça tevhîd, na’t, münâcât ve gazelleriyle Farsça gazelleri de vardır.

Efe Hazretleri bağlı bulunduğu Tasavvuf edebiyatı vadisinde şiir türlerinde eserler vermiştir. Sahabe şairler vesilesiyle takrîrî sünnet olan şairlik önemli bir irşad ve cihad yöntemidir. “Ve’ş-şu‘arâu yettebi‘uhumu’l-gâvûn / Şairlere uyanlar ğâvinlerdir.[2] Onlar yapmadıkları şeyleri söylerler.”[3] ayeti nazil olunca Abdullah ibn Revâha, Hassân ibn Sâbit ve Ka’b ibn Mâlik ağlayarak Resûl-i Ekrem Efendimize –Allah ona salât ve selâm etsin- gelir, “Allah, şair olduğumuzu bildiği halde bu ayetleri indirdi. Biz helak olduk.” derler. Bunun üzerine: “Ancak iman edip iyi şeyler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka.” mealindeki istisna ayeti nazil olur. “Resûl-i Ekrem Efendimiz –Allah ona salât ve selâm etsin- bu ayeti onlara okuyarak: ‘İşte bu ayette sözü edilenler sizlersiniz.’ buyurur.”[4] Müşrikleri yerip Hakk’ı savunarak İslâm’a yardım ettikleri için Resûl-i Ekrem Efendimiz –Allah ona salât ve selâm etsin- onları över.[5] Uhud Savaşı sonrası müşrik şâirlerin Müslümanların aleyhine hicivleri artınca Resûl-i Ekrem Efendimize –Allah ona salât ve selâm etsin- “Yâ Hassân! Onları hicvet. Cibrîl seninle beraberdir, senin sözlerin kılıçtan daha etkilidir.”[6] buyurur.

Zaman zaman deyiş ve gazellerinden örnekler de verilen sohbetten sonra anlatılanları düşünerek yola koyuldum. Hoca efendinin söz konusu ettiği hizmet bir sadakayı cariyeydi.  Bizi sosyal yönüyle kardeşlerimize sonucuyla cennete, niyetimizle Allah’a bağlıyordu. 

Hüseyin Hoca bize ebedi bir hayatı bahşeden bu abı hayata dudaklarını uzatmamanın ölüm olacağını düşündüğünden dolayı emekli olup bir köşeye çekilmemeyi, uzviyetimize can veren damarlar mesabesinde olduğuna inandığı İslam sanatlarını, kişiliğimize can veren damarlar olarak bilip yüksek bir irfanın yeniden ihyasına dönük hamlelere kendi gücü nispetinde katkıda bulunmayı tercih eden bir gönül işçisiydi. Hattat Hamit Aytaç Hoca’dan aldığı rûhu kendi tarzıyla çiçeklendirip kendisinden sonraki kuşaklara emanet etmek isteyen bir güvercin kanadıydı.  “Kızıyorum.” diyordu ‘Kendin pişir, kendin ye!’ levhalarına. Ne kadar bencil bir tabir.  Bu ifade bize ait değil. Utanmak lazım.”

Eve yaklaştığımda vakit geç olmuştu. Bir süre bahçe duvarlarının demirlerine tutunup tam karşımda yapraklarını dökmemek için direnen ıhlamur ağacına baktım. Bizim öykümüze çok benziyordu yaşadıkları. Dışında dökülen yapraklar, içinde dirilişe hazırlanan bir öz vardı. Yanı başındaki vişne ve incir ağaçlarının yaprakları sonbahar rüzgârlarına çoktan teslim olmuştu. Bir an kendimi, kat kat cidarını aşmakta zorlandığım içimin demir kafeslerine hapsolmuş hissettim. Bir yanda patlayacak bir yanardağ mağması gibi bizi zorlayan tarih ve vicdanımız, diğer yanda görünürlük kazandıkça sığlaşan, bizi çepeçevre kuşatan dünyevî hırslarımızla bir ucûbeye dönüşen Müslümanlığımız vardı. Toplum olarak bu sığlaşmanın farkında değildik. Taraf olmadığımız için kavgamız da yoktu. Sanki bizi taraf olmaya iten bir rüzgâr bekliyorduk. 

Şerif Mardin şu tesbitte bulunuyor: “Modern Türkiye tarihi ne cumhuriyetçilik ve saltanat arasında bir çatışmanın ne de İslam ve sekularizmle çerçevelenen bir kavganın tarihidir. Modern Türkiye’nin tarihi birbiri içine nüfuz eden ve yakınlıkları içinde dönüştürülen geleneksel güçler ve modernlik arasında karmaşık, çok katmanlı bir karşılaşmadır. Modern Türkiye’nin tarihi bu güçlerin buluştuğu ve değiştiği yeni alanların yaratılışının öyküsüdür.”[7]

Batılılarla başlayan Modernizmin yayılma sürecinde sanat, etkili bir biçimde kullanıldı. Bu durum, modern sanatın siyasi ve ideolojik yönünü gösteriyordu. Rönesans, Yunan ve Roma sanatına dönüş hareketiydi. Batılı için bir dirilişti! Bu hareket yeniçağın siyasi ve sosyal krizlerine zemin hazırladı. Özgürlük, doğruluk, eşitlik parolalarına ilham kaynağı oldu. Özgür Batılı, tanrısını öldürürken, bilimiyle sanatın varoluş sebebinin sürekliliğini sağlayacaktı. Pozitif bilimler, rûhun ihtiyaçlarını tatmin edemeyince sanatın alanı genişletildi. Tanrısız kalan insanlara bir rekâbet ve uğraşı mabedi olarak sunuldu. 

Bu ontolojik sapma sürecinde sanat ya hakîkatı arayan bazı insanların din yerine ikame ettikleri bir kurtarıcı ya da çoğunluktaki sosyal beğeni ve statü arayışının dramatik bir yansıması olarak öne çıkıyordu. Biz ise “Allah güzeldir, güzeli sever.”[8] ölçüsüne tutunup hayatını Kur’ân’la güzelleştiren bir toplum olarak, Kur’ân’ı sesimizle, yazımızla, ebrumuza süslemiştik. Sanat, Müslüman rûhunun bir duyarlılığı, hakkı ifade vasıtasıydı. 

Şimdi, hayatında Kur’ân olmayan insanlar sanatı, din üstü bir alan olarak vehmediyor. Rûhâniyeti olmayan bir avuntu sadece, yazık! Müslümanın insan tasavvurunda ferdiyet kişilikle örtülür. Tevhîdî bir özden beslenen bir kişilikle örülerek Müslüman kimliğini alır...

Bu düşüncelerle Fatih Köprüsü’ne baktım. Hiçbir köprü bir şehri, bir coğrafyayı ayırmak için kurulmuyor. Ruhla bedeni, dünyayla ahireti birleştiren Hazret-i İbrahim gibi tek başına ümmet olmak övgüsünün altına girmiş olmayı temenni ettim bir süre. Ümmet olarak Allah ile olan ahdimizi hatırlamalı, bu hatırlamanın O’na kararlı bir yöneliş olmasını kabul etmeliydik. Çünkü yönelmesi gerekeni yani kendimizi unuttukça Rabb’ımızı daha çok unutuyor, daha çok parçalanıyoruz. Bunun adı Batı’ya yaklaşmak. Batı bir unutma, bir küfretme, bir parçalanma dünyası. Biz Allah’ı unuttukça O bize kendimizi unutturuyor. Utanılacak hale düşüyoruz. Öyleyse bizim kendimize geldiğimiz, Batı’nın bize yaklaştığı bir mevsimin cehd dolu niyazına koyulmalı, sıratı müstakimde olmaya çalışmalıyız. Zira savrulduğumuz besbelli. 

Sıratı müstakim üzere olup olmadığımızın ölçüsü şudur: Bizdeki duruş, düşünce ya da yorum tarzı imanla küfür, Müslümanla kâfir arasındaki hattı belirginleştiren, netleştiren bir işlev, bir görev mi görüyor, yoksa bu hattı belirsizleştiren bir rol mü yüklüyor bize?


[1] Kontrol.

[2] Ayartanlar, kışkırtanlar, yoldan çıkaranlar. 

[3] Şuara, 225, 226.

[4] İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, ts., c.3, s.304.

[5] Ebû Cafer Muhammed ibn Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri (Ter. Mehmet Keskin), Yeni Neşriyat A.Ş, İstanbul, 1995, c.4, s.1629; Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir, Terc. ve Tahric, S. Gümüş, N. Yılmaz; Ensar Neşriyat, İstanbul 1995, c.4, s.353. 

[6] Buhârî, “Bedü’l-halk, 6, Megâzî, 30; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 153.

[7] Şerif Mardin, Türkiye, İslam ve Sekülarizm, Çev. Elçin Gen, Murat Bozluolcay, İletişim Yay. İst. 2011, s. 198.

[8] Müslim, no: 134, “Resûlullah dedi ki: Kalbinde zerrece kibir olan cennete girmez. Bir adam dedi ki: İnsan elbisesinin, kundurasının güzel olmasını sever. Resûlullah dedi ki: Muhakkak ki Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir hakka nankörlük etmek, insanları aşağılamaktır.”