Küpeli Hafız’ı tanıdığım zaman sofrasında en çok gördüğüm simalardan biri Muammer ağabeydi. Bu sakin, güler yüzlü adam büyük küçük herkese ağabey diye hitap ederdi. Bana gah Hasan ağabey gah Şahin ağabey derdi. Onunla latifeleşirdim.
-Kellimnî Muammer ağabey.[1]
-Tamam, konuşayım Hasan ağabey. Mürettep bir tahsil görmedim ama medreseye gider oradaki müzakereleri dinler, elfaza aşinalık kazanırdım. Ne yapıp ettiğime bakmaktan, kendimi dinlemekten, ilmi hâl, Reşahat ve birkaç divandan başka bir şey de okumadım.
-Ağabey, sen kendi kitabını okuyorsun. Bütün kitaplar o kitabın anlaşılması için okunuyor. Rabbımız Haşr suresinin 19. ayetinde “Allah’ı unutan kimse gibi olmayın ki Allah onlara kendilerini unutturdu. Onlar fasık kimselerdir.” buyuruyor.
-Yaa! Çok yazık. Nasıl etsek de onları Küpeli’nin sofrasına oturtsak?
-Ağabey, onlar çok bilmişler, oturmazlar. Onunla bununla uğraşmaktan kendilerini hatırlamaya vakitleri kalmıyor. Hadis madis yoktur, Kur’an’ı kendimiz anlarız diyorlar.
-Vah vah… Nisbetsiz konuşuyorlarmış.
-Muammer ağabeyin ağzı tam dadaş ağzıydı. Tanpınar Beş Şehir’de hemşehrin Müftizâde Edip Hoca’nın vakasını naklediyor. İri yarı bir adam olan Edip Hoca bir gün dostlarından birine uğrayarak çay bardağı istemiş, çok güzel bir takımı beğenmiş. “Hakkı, bunları ayır, ben birini alıyorum, bu akşam tecrübe edeceğim.” demiş. Fakat ertesi gün çay bardağını geri getirmiş. “Hoca, ne diye beğenmedin bu güzel bardakları?” diye soran dostuna Hakkı, demiş. Bardaklar güzel ama bana uymuyor. Sabahleyin çayla doldurdum, şöyle bir önüme koydum. Bir kendimi düşündüm, bir ona baktım, nispetsiz!
-Şahin ağabey, bu işin lamı cimi yok. Bilmiyorsan konuşmayacaksın.
-Ah be abim. Bir bilsek bilmediğimizi!
Oturduğu yerde sessizce bizi dinleyen Halil ağabey şunları anlattı:
-Onlarla yaşadığım uzun bir öyküm oldu. Onları tanıyorum. Bu söylemler bu topraklarda tutmaz. İmanın diliyle bilginin dili başka şeylerdir. Toplum mühendislerinin gücü eşyanın aslını değiştirmeye yetmez. Bozarlar, değiştiremezler. Asıl tehlike başka yerde. Dün Müslümanlara hizmet etmek için devlete nüfûz edenler bugün kendileri için devletleşmek istiyorlar. Bu tavrın rejimin despot döneminde devlete çöreklenen cuntanın siyasetine karşı bir nefsi müdafaa olduğunu düşünebiliriz. Olağanüstü dönemlerdeki zaruretler bize bir mazeret kapısı aralıyor ama benim kaygım şimdiki mecburiyetlerin yarın bizde ahlak olacağı. Çünkü kirleniyoruz. Devlet denizi içimize girer de kendimizi devlet davasına kaptırırsak bu deniz bizi yüzdürmez, batırır…
Halil ağabey bu tavra büründüğü zaman üzüntüden yıkılacak bir adam suretine girmez, kararlı, buyurgan bir tavır takınırdı. Bu buyurganlığı en zor zamanlar da dahi bizdeki iç dağınıklığını kovar, maneviyatımızı netleştirir, cesaretimizi tahkim ederdi.
Konu ardiyenin sofasında yalazlanırken bize küçük odadan kulak kabartan Vehbi Hoca bizi içeriye çağırdı. Çayı hazırlamıştı. Kendisi iyi bir güreşçi, tarihçi İsmail Amca’nın tilmiziydi. İyi tarih okurdu. Halil ağabey, onun için “Vehbi Hoca sıradan bir adam değil.” der, onu önemserdi. İçeri girdik. Vehbi ağabey çaylarımızı doldurdu. Halil ağabeyin yanına oturarak muhabbete çıra atmaya başladı.
-Şimdiki mecburiyetlerin yarın bizde ahlak olacağı kaygısına katılıyorum. Gerçekten kirleniyoruz. Bir Türk tarikatı olan Nakşbendi tarikatı Hindistan’da politik bir hareket oldu. Oranın koşullarında bu tavır gerekliydi. Çünkü Müslümanlar güçlü bir Hind kültürü karşısında varlık yokluk mücadelesi veriyorlardı. Halid-i Bağdadî politik bir Nakşilik anlayışını oradan önce Kürdistan’a, sonra Şam’a taşıdı. Kürt ve Arap coğrafyasında etkili oldu. Osmanlı Devleti Şii tehlikesine karşı bu tavrı destekledi. Halidilik Anadolu şehirlerinde 19. asırdan itibaren yayılmaya başladı. Devlet-i Aliyye merkezde Bektaşilikle, şarkta Şia ile, Hicaz’da Vehhabîlikle mücadele ederken siyaset vasıtalarından biri olarak Hâlidileri destekledi. Anadolu ve İstanbul’da güçlenmelerine önce ses çıkarmadı. Kadın sultanlardan, paşalardan, şeyhülislam ve kazaskerlerden birçok kişi Hâlidiliğe intisap etti. Siyasî nüfuz ve güç kazanmaları yönetimde sıkıntılara yol açınca 2. Mahmud onları İstanbul’dan uzaklaştırarak Anadolu’ya sürdü.
1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırılıp Bektaşî tekkeleri kapatılınca Bektaşi tekkelerini yine 2. Mahmud şeriata bağlılıklarıyla tanınan Hâlidîler’e verdi. Böylece yeniden İstanbul’a döndüler. Devlet desteğiyle Kürdistan ve Anadolu’da yayıldılar. Erbil’de Es’ad Efendi, Erzurum’da Alvarlı Muhammed Lütfî Efe, Erzincan’da Terzi Baba, Kırtıloğlu Tekkesi şeyhi Mu- hammed Sami Efendi, Sivas’ta İhramcızade İsmail Hakkı Efendi gibi şeyhler her ne kadar Hâlidî bir silsileden gelseler de velayet neşvesine sahiplerdi. Amasya’da Seyyid Mîr Talat Nigarî, Erzincan’da Muhammed Sami Efendi, Sivas’ta İhramcızade İsmail Hakkı Efendi Mektubat geleneğini değil Şeyhü’l-Ekber’in marifetini devam ettirdiler. Ancak medreseyle beraber genişledikleri için Halidîlerin çoğunda irfanî değil kelamî ve fıkhî bir zihniyet baskındır. Kelam anlayışlarında Hakk’ın ne olmadığına ayarlı bir zihin yapısı öne çıkar.
Fıkıh irfandan beslenir, canlı tutulursa toplumun bünyesini koruyup geliştirir. Dondurulursa irfan yolunu tıkar, bünyeyi zorlar. Halid-i Bağdadî Süleymaniye gibi Kürt aşiret hayatının güçlü olduğu bir çevrede bağlı olduğu Müceddidî geleneği dönüştürdü. Her siyasi gelenek bir ihtiyaçtan doğar. Arap ve Kürdistan bölgeleri her ne kadar siyaseten Osmanlı sınırları içinde kaldılarsa da kültürel anlamda Osmanlı olamadılar. Bunu konjonktür durdurdu. Tabiatıyla devlet geleneğinin zayıf olduğu Şam, Irak, Kürdistan bölgelerinde şeyhler manevî kişiliklerinin yanında siyaset adamı da olmak hem Şiiliğe hem Vehhabîliğe karşı set oluşturmak zorundaydılar. Bu yapı tekke ve medreseyle beliren o ortamın toplum önderlerini sosyal ve siyasal bir tavır takınmaya zorluyordu. Yaşadıkları ortamdan dolayı siyaseten Osmanlı olsalar da Osmanlı tasavvuf geleneğine bağlı değillerdi. Hem şeyh hem hem seyda hem âmir oldular.
Halid-i Bağdadî ve bölge şeyhleri şeyh tayinlerinde ağalıkla biçimlenen sosyal yapıyı esas aldıkları için aile şeyhliği o bölgede revaç buldu. Halid-i Bağdadî’nin halifelerinin hemen hepsi babadan oğula geçen bir yöntemi sürdürdüler. Bu uygulama bölgenin yapısından kaynaklanan bir ihtiyaçtı. Baskı döneminde bu tevarüsün devam etmesi Müslümanların mevcut rejimi kendi devletleri olarak görememesinden kaynaklanıyordu. Çünkü vakıflar, medreseler, tekkeler susturulmuştu. Seydalar da şeyhler de halef yetiştiremediler. Bugünkü çürümüşlüğün temeli burada yatıyor.
Benzer bir ortamda, siyasî ve dinî çalkantılara açık olan Hindistan’da mağdur edilen Müslümanlık adına devlete müdahele eden Müceddidî tasavvuf anlayışı zarurî olarak irfanî değil itikadî ve siyasî talepleri öne çıkaran bir yapıya büründü. Sûfîler orada Müslüman’ın izzeti için devletleşmek zorundaydılar. Bu anlayışın Halid-i Bağdadî tarafından Arap-Kürt havzasına taşınması devletin zayıf düştüğü bu dönemde isabetli bir tercihti. Erzincan’da Terzi Baba ve Kırtıloğlu Tekkesi şeyhi Muhammed Sami Efendilerse her ne kadar Müceddidî ve Halidî bir silsilenin devamı olsalar da Mektubat geleneğini değil Mesnevî geleneğini devam ettirdiler. Çünkü devletleri vardı. Seneden Hâlidî olmakla beraber manen Hazret-i Mevlânâ’nın zevkini yudumlayan Alvarlı Muhammed Lütfî Efe şöyle der:
Ne bilsin hâce-i hod-bîn kitâb-ı Mesnevî dersin
Sudûr-ı sadr-ı cânânı aref-şân olmayan bilmez
Tecellî-hâne-i Mevlâ gönüldür hurşid-i ma’nâ
Bu sırrı Lütfiyâ dilde nur-efşân olmayan bilmez
Trabzon, Erzurum, Erzincan illeri Osmanlı’nın hem siyasî hem kültürel alanı içerisindeydi. Buradaki şeyhler sadece şeyhlik, hocalar sadece hocalık yaparlardı. Siyasî bir tavır takınma ihtiyaçları yoktu. Siyaset sahibi bir devletleri vardı. Devlet kültüründen beslenen bu tavır onları cumhuriyet dönemindeki isyanlardan da uzak tuttu. Evimiz işgal edilse de bizim evimizdir. Onu tahrib etmeden kurtarmanın bir yolu bulunmalı dediler.
Sözün burasında Halil ağabey anlatılanları destekledi.
-Vehbi Hoca’ma katılıyorum. Mesnevî Selçuklunun saray şehrinde yazıldı. Osmanlının saraylı şehirlerinde okundu. Saray siyaset demekti. Devletin siyasetçisi de vardı, askeri de. Mevcut zemindeki yerini görebilen ve bunun dışında bir ihtiyaç hissetmeyen insanlar medresede bulunuyorsa hocalık ve talebelik yaptı, tekkede bulunuyorsa şeyhlik ve dervişlik yaptı. Onların Serhendî’nin Mektubat’ını okuma ihtiyaçları yoktu. Onlar, devlet denen nimetin şükrünü eda edecek ama ondan ancak zaruret miktarı yararlanacaklar, devletleşmeye ya da devletlileşmeye kalkışmayacaklardı. Devleti zıllullah[2] bilecek ama o izzet ve celâl mazharından kalblerini koruyacaklardı. Bu süreçte haddini bilmeyenlere hadleri bildirildi. Baba İlyas, Şeyh Bedreddin, Niyazî Mısrî bunlardan birkaçı. İtidal üzere olanlar görevlerine devam ettler. Lakin bu topraklarda daha önce benzeri olmayan bir musibet yaşandı. Taberî ve Buharî okuyan mollalar, Mesnevî ve Füsûsu’l-Hikem okuyan şeyhler öz vatanlarında garip kaldılar. Medresleri, tekkeleri seddedildi. Muallimleri susturulan, alfabeleri elinden alınan, kökleri koparılan yetim bir kuşak ortaya çıktı. Bunlar ne okuyacaklardı, nasıl okuyacaklardı?
Halil ağabey konuşurken Osmanlı’nın artık bir zihniyet meselesi olduğunu fark ediyordum. Laikçi devletlilerde keskin bir Osmanlı karşıtlığı kesintisiz sürdürülüyordu. Bir tarafta Osmanlıyı yerin dibine batıran bir gürûh, diğer tarafta göklere çıkaran bir zümre vardı fakat ikisinin de derinliği yoktu. Sûfî cemaatler marifet ve hikmet kanalını kaybettiler. Küpeli Hafız ise marifete mazhar olmak ancak maverayla rabıtalı olmakla mümkündür diyordu. Gelenekle maverayı büsbütün ayırmak mümkün değildi…
Muammer ağabey boşalan çay bardağını Vehbi Hoca’ya bir soruyla uzattı.
-Bu zihnî kargaşada maneviyat kırıntısı yine de bizimkilerde var. Zihin dağınıklığı cemaatlarda daha da çok. Ne diyorsun Vehbi Bey’im?
-Ben de öyle düşünüyorum. İslamcılar Mevdudî ve Seyyid Kutup gibi devletsiz mütefekkirlerin düşünce haritalarında kendilerini anlamlandırmaya çalıştılar. Bu zevat kendi zeminlerinde büyük ve önemli insanlar. Fakat hepsi de fikirlerini kendi şartlarında ürettiler. İçinde bulundukları sosyal yapı bizden farklı. Elbette Müslümanlarının menfaatini düşündüler fakat onların Osmanlı tecrübesinin varislerine küllî bir etkisi yoktur. İslamcı arkadaşlar bugün okuyan, yazan küçük gruplar hâlindeler. Kendi mazilerine, memleketin sosyal ve coğrafî konumuna da vakıf değiller. Siyasî dünyanın keşmekeşi bundan farklı değil. Dışarda Osmanlı nefretine dayanan birçok karton devlet zuhûr etmiş, kendilerini ölçüp biçerek şekillendiren Anglo-Sakson dünyanın denetiminde ömür tüketiyorlar. Sonunda Arap devletleri tek parti yönetimleriyle tarumar oldular. Arap dünyası Atlantik oyunlarıyla cehenneme çevrildi. Türkiye’den başka Osmanlının siyasî coğrafyasını ayakta tutan bir devlet yoktur. Batıcıların inat etmesine rağmen Türkiye Osmanlının siyasal ve kurumsal varisi olmakla beraber dünyanın siyasal şartları gereği fiilî bir devamıdır. 1950’den itibaren bu zihniyet kopukluğu söylem zemininde peyderpey resmen azalıyor.
-Ama beyim, amelî zafiyetimiz artıyor, hızla ahlaksızlaşıyoruz.
-Ağabeyciğim, kriz anlarında ortaya çıkan millî duruş Osmanlılığı sindirebildiği hem irfanî hem siyasî yönden derinleşebildiği ölçüde Osmanlı gibi davranabilir. İthal değil kendi mirasımız üzerinde yenilenebiliriz. Gönül ehline düşen, ilim ehline uymak, marifet ehline tutunmaktır. Zihniyet açısından aktif bir damarımız var fakat bu hâl İslam ilim geleneğiyle fiilî bir bağlantı kurmak anlamına gelmiyor. Bu zihniyetin berraklaşması lazım. Felç edilen ilim ve irfan geleneğimiz Kur’ân kursları ve can çekişen medrese artıklarında yaşatılmaya çalışılıyor ama maalesef bu çaba kuru bir rusüm ve nakilden öteye gitmiyor. Kadim ilim ve irfan mirasıyla irtibat kurabilecek şeyhlerimiz de âlimlerimiz de çok az. İlahiyat Fakülteleri kurulunca bazı kürsülerin ihya edilmesi için Bosna-Hersek’ten, Tunus’tan âlimler davet edilmişti. 1950 yılına kadar süren yirmi yıllık kopuş bu çabalarla ortadan kaldırılmaya çalışıldı. İlahiyat fakülteleri kuruldu lâkin bu kez akademik dil rûhsuz bir anlayışı ortaya çıkardı. Akademinin dışında konuşmaya başlayan İslamcılar ise Hak-Batıl mücadelesine siyasal açıdan baktılar. Kendi anlayışlarını ideolojileştirdikçe marjinalleştiler…
Muammer ağabey Vehbi ağabeye baktı.
-E, Vehbiciğim, bittik, tükendik mi diyorsun?
-Yok canım ağabeyim, tekrara düşmemeli, yeni bir dil bulmalıyız diyorum. Bize bugünün dili lazım. Dünkü Ahmed'e değil bugünkü Ahmed’e ihtiyaç var. Arzda rabbımızın halifeleriyiz. Yarın kıyametin kopacağını bilsek elimizdeki fidanı O'nun adına bugün dikeceğiz.
[1] Konuş benimle.
[2] Allah’ın gölgesi.