Üniversite öğrencisi olduğum yıllarda elimden tutan bir lise hocam vardı. Kendisini bana ağabey dedirtecek kadar sevdiren Savaş Hoca… Savaş ağabeyi ne zaman dinlesem kendi zeminimin muhasebesini yapmaya çalışırdım. Manevi gelenekten koparılmış hurda çevrelerle yaşadığım öykülerim vardı ama yine de kendimi onlardan biri göremiyordum. Gariptir, en çok eleştirdiğim konular bir zamanlar benim de savunduğum konulardı. Bir yandan içimizde kaynattığımız ideali dillendirir diğer yandan yamaçlarına toplandığımız kelli felli adamlardan derin konuları dinler, anlamaya çalışırdık. Meğer adamların ne yaşadıkları bir hakikat zevki ne sadra şifa olacak malumatları varmış. Bir savrulmanın içinde bocalıyorlarmış. Bu keşmekeşin mağduru olmaya gönüllü değildim. Bu vesileyle içimdeki baskıyı çevremde en çok kitap okuyan üç dört kişiden biri olduğunu bildiğim merhum Naci ağabeye açtım. Naci ağabey Kastamonulu Muhammed İhsan Oğuz’un talebesiydi.
-Ağabey, dedim bir gün. Bana tasavvuftan söz eder misin?
-Bu konu ince bir konudur. Bir yüzme hocası bulmazsan bu denizde çırpınır durursun dedi.
-Öyleyse bir adres ver de yüzme öğrenelim.
Tebessüm etti. Fakat bu tebessümde sen bu işlerden anlamazsın kabilinden bir küçük görme tavrı vardı. Oku atıp yayı saklıyordu. Çaresiz yine Savaş ağabeye döndüm.
Savaş ağabeyle beraberliğimiz daha çok ders havasında biçimleniyordu. Konuşmanın sohbet zeminine girmesi için tam olmasa da şöyle böyle bir denklik gerekiyordu. Onu tartabilecek bir düzeyim olmadığı için anlattıklarının muhasebesini yapmak, bir sonuca ulaşmak aylarımı alıyordu. Tasavvufla yakından ilgilendiğimi görünce bana Necib Fazıl’ın hazırladığı Reşehatu Aynu’l-Hayat’ı verdi.
-Oku da tarikat gör. Şimdikiler tasavvuftan habersiz tarikat ucubeleri. Mevâhib tefsirinin yazarı Hüseyin Vaiz el-Kaşifî var ya! Onun oğlu Mevlânâ Safî Fahreddin Ali de Hâcegân’dandır. Bu kitabı o telif etmiş. Necib Fazıl metni kuşa çevirmiş ama ne yapacaksın. Elde olan bu…
Reşehat’ı okumak hoşuma gidiyor, ilk sayfalardaki Yesevi rüzgârı milliyetçi duygularımı okşuyordu. Okumayı tamamladıktan sonra Savaş ağabeyi yine ziyaret ettim. Sözleri her zaman olduğu gibi net ve tavizsizdi.
- Benim şeyhlerle aram yok. Haddini bilmeyen zavallıların elini eteğini öpüp onları adam yerine koymak da istemiyorum. Manevî terbiye mutlaka mürşidle mürid arasındaki ilişkiye dayanır. Fakat şimdiye kadar öyle bir adam görmedim. Yok demiyorum. Görmedim diyorum. Bu yüzden sana Mesnevi okumanı tavsiye ediyorum.
-Ağabey, bir yığın kitap var. Niçin Mesnevi?
-Yığın değil de o yüzden! Mesnevi bu… Sünûhâta, ilhama mazhar olan büyüklerin bu tür kitapları ilmî değil irfânî levhalardır.
-Işıklı levhalar gibi…
-Hah, bize kendimizi gösterirler. Bizde ne varsa bu eserlerde onun aynası vardır. Bu yüzden zaman zaman sesli okuyamayacağımız kısımları da vardır. Niye?
-Utanırız…
-İçimizde dile getirmekten bile utandığımız tasavvurlarımız, fantezilerimiz, zaaflarımız hatta hastalıklarımız var. Hekim yaşamını olağan akışında müstehcen konuşmaz ama eser yazarken, hastasıyla konuşurken hastalıkla ilgili bütün organların adını pervasızca söylemiyor mu?
-Söylüyor.
-Mesnevi halka dönen bir tabibin dilidir. Hastasının diliyle konuşur. Hazret-i Mevlânâ Mesnevi-i şerifte şöyle der: “Her kim Mesnevi’yi masal diye okursa Mesnevi onun için masaldır. Her kim de bu kitapta kendi hâlini görürse o kimse merttir.”
-Okurken ya da dinlerken hiç utanmıyorlar mı?
-Ya hu! Sen hayalinde, sokakta, şurada, burada hiç argo konuşmadın mı?
-Konuştum.
-Niçin konuştun?
-Bulunduğum ortam bakımından gerektiği için...
-Hah! O müstehcen öykülerin anlatılması da özellikle o zamanın, genellikle bütün zamanların ağzı bozuk takımına anladıkları dilden hakkı anlatma tarzıdır. 13. ve 15. asırlar arasındaki Şark Edebiyatı’nda bu anlatım türü yaygındır.
-Niçin yaygın?
-Çünkü eser, içinde oluştuğu toplumun aynasıdır. Üstat, talebesine göre bir dil ve anlatım ortaya koyar. Sözün özü, anladığı dilden konuşur.
Savaş ağabey sözün burasında Tahirü’l-Mevlevî’nin Mesnevi şerhini açtı.
-Dinle, Tahirü’l-Mevlevî 7089. beytin şerhinde şöyle diyor: “Mesnevi’de bazı hezlâmiz –yani açık saçık- fıkralar vardır. Bunlar, yalnız zâhiri görenler nazarında nezih görülmese bile basiret ehli nezdinde hâl ve makama münasip oldukları için, fasih ve beliğ sayılırlar. Hazret-i Pîr şu beytiyle bundaki hikmeti beyan eder.
Beyt-i men beyt nîst iklîmest
Hezl-i men hezl nîst ta’lîmest
Benim her beytim, beyit değil bir mana iklimidir. Açık saçık fıkralarım talim içindir. Anlatmak ve öğretmek içindir.
Mesnevi talim ve irşat için nutk edilen bir kitaptır. Herkesin anlaması ve öğrenmesi başka türlü olur. Kimileri bir işaretten maksadı anlarlar, kimileriyse açıktan açığa duymak isterler. Anlayışların farklı olmasından dolayı Hazret-i Mevlana anlayışı kıt olanlara gerçeği hezl denilen açık saçık kıssalarla anlatır.”
Şahin Bey! Ben kurbağadan tiksinirim, diyenler Mesnevi deryasındaki üç beş kurbağaya takılıp binlerce balıktan kendini mahrum ediyorlar. Kurbağanın da talipleri var. Eğer dürüstlerse kendilerine insafla baksınlar, neler görecekler neler!
-Ağabey, galiba Hazret-i Pîr gerçekleri halkın kavrayış düzeyine indirmek için alegorik bir dil kullanıyor, değil mi?
-Değil! Onun dili semboliktir bir. İkincisi, o zaten halkın içindedir. Bu dili, halkın idrakini o gerçekleri idrak edebilecekleri bir kavrayış düzeyine yükseltmek için tercih ediyor. Gerçeğe yükselmek istemeyene ne yaparsan yap, anlamaz!
-Mesnevi’deki anlatımı örnekleyerek açar mısın?
-Mesnevi, mutlak gerçeği tevhid akidesi çerçevesinde gösterir. Onda ruh, nefis ve beden ilişkisi bir bütün olarak anlatılır. Kulu kölesi olduğu nefis cariyesi vesilesiyle rûh padişahına hekim-i ilahî tanıtılır. Ruh padişahı hidayete kavuşunca heva kuyumcusunun bağından kurtulan nefis cariyesine hidayet vesilesi, heva da onlara ilâhî bir muhabbet olur. Bu anlatımda idea-materya ikilemi gibi birbirinden bağımsız iyi-kötü ayrımı söz konusu değildir. İlahî emir iradî ve teklifî olarak zuhûr edince teklif olan şeriat kula celal mazharına yaklaşmaması için “cısss”, cemal mazharına yaklaşması için “Gel, gel!” der. Bunlar ancak Hakk’ın celal ve cemaliyle tanınmasına hizmet eden ilahî tecellilerdir. Mesnevi’nin maksadı sâliklerin irşat edilmesi, celâl ve cemâlin tevhidi olan bir kemale ulaştırılmasıdır. Sâlik kelimesinden de anlaşılacağı üzere Mesnevi yolsuzların değil, yola girenlerin, “Gel, gel!..” çağrısına kulak verip tövbe edenlerin şeyhidir. O, fıkh-ı ekber geleneğinin gül kokulu bir halkası, hak yolcusunun rehberidir. Gerisi laf!
Savaş ağabeyden ayrılınca birkaç hafta Mesnevi ve Hazret-i Mevlana’yı araştırdım. Bendeki birçok malumatın yanlış olduğunu, zihnimde yanlış klişeler bulunduğunu fark ettim. Mesela “Bâzâ, bâzâ!...” diye başlayan “Gel, gel! Ne olursan ol yine gel” sözü Hazret-i Mevlana’ya ait olmadığını öğrendim. Bu söz 1049’da Meyhene’de sırlanan Horasan velilerinden Ebû Saîd Ebu’l-Hayr el-Meyhenî’nin divanından alınıp Hazret-i Pîr’in türbesinin cümle kapısına yazılmış. Savaş ağabeye bundan bahsettiğim zaman ibaredeki “bâzâ”ya dikkat çekti:
-Söz Ebu Said’in olsa da mana Mevlana’ya uygundur. “Bâzâ” kelimesi Farsçada “gel” anlamındaki “âmed” kelimesinden farklı olarak “tevbe” anlamındadır. Bâz âmeden, “Ne hâlt ettiysen gel tevbe et!” demektir. Fakat lafzın kime ait olduğu çok önemli değil. Ebû Saîd’in lafzını söylediği düstûr Hazret-i Mevlana’nın hayatıdır. Dedikoduyu bırak da Mesnevi oku. Haa! O mübarek nutk-ı şerifi öyle ayaklarını uzatarak, roman okur gibi okuma. Abdestini al, rabbının huzurunda otur, sana ayna tutan, kendini bildiren, rabbını tanıtan bir mürşidin talebesi sıfatıyla oku!
Savaş ağabeyin söylediği okuma işini bir türlü beceremiyordum. Onun bahsettiği okuma iman ve yakîn üzereydi. Biz bir heyelanın yamacında sorgusuz sualsiz dökülen kuşaklardık. Sorgulayacak halimiz de yoktu. Çünkü şartlanmayla iman etmeyi ayırt edebilecek durumda değildik. Ahir zaman fitnesinin rüzgârında savrulan tohumlardık. İsmi var, cismi yok bir hayalin kurbanlarıydık. Bir şeye bağlanma ihtiyacımız vardı. Kendimizi ifade edeceğimiz anlam tabloları bulmuştuk. Bu tablolar parti liderlerimiz ya da şeyhlerimizdi. Aslında ideolojik liderinin fedaileri ya da şeyhlerin bendeleri olarak hevamızı kutuplaştırıyorduk. Biz kimin yanındaysak en büyük oydu, neredeysek tek doğru oradaydı. En büyüğü de tek doğruyu da bizim mensubiyetimiz belirliyordu. Hakk’ı tanıyabilseydik, Hakk’a bağlanabilseydik özgürleşecektik fakat fıtratımızdaki özgürlük isteğini alevlendiren değil, birilerine devreden zavallılardık. Yol, yöntem bilmiyorduk.
Bütün önderler için olmasa da bizim önderlerimiz önümüzü açan arifler değil, yolumuzun üzerine heykellerini konduran yol kesiciler oldular. Biz de tapınmaya susamış körler olarak fıtratımızdaki özgürleşme ihtiyacını helvadan putlara devrettik. Kimse bizi tapınmaya mecbur tutmuyordu. Biz meyilliydik. Helvadan putlar bizim zaaflarımızdı. Putlarımıza kölelik yaparken köleliği putlaştırıyorduk. Heva içimizde uyuyan bir devdi. Haberimiz yoktu ama hevamız her zaman kendimizi dünyanın merkezi görmeye, göstermeye yatkındı. Bunu kendiliğimizle ilan ve ifade edemediğimiz için varsaydığımız bir kudrete dayanıyor, kendimizi “ötekiler”in üzerine çıkarıyorduk.
Şems suresinde rabbımız nefse, onu şekillendiren, fücur ve takvayı ona ilham eden zatına yemin ederken hem istidadımızdaki özgürlük hem köleleşme imkânının varlığına işaret buyuruyor. Putlarımızı büyüttüğümüz kadar kendimize şerrin, onları kendimizden uzaklaştırdığımız kadar hayrın yolunu açabiliyoruz. Bağımlılıklarımızın şiddeti kadar köleleşebiliyor, bağlarımızı çözebildiğimiz kadar özgürleşebiliyoruz. Bir fıkra yazarının dediği üzere hepimiz içimizde üzerinde ‘Tehlikeli Madde!’ yazan nükleer çekirdekler barındırıyorduk ve o çekirdeğin ismi benlikti.