Ali Kurnaz yazdı

Devlet ve Tanrı, Politik Teorinin en çetin konularından birisidir. Bu konular neredeyse her düşünce alanının da himayesi altındadır. Bir harmoni içine olduğu düşünülebilecek bu iki olguya dair teoride pek çok farklı düşünce bulunmaktadır. Arkeoloji ve Psikoloji biliminin somut düzlemde ortaya çıkardığı gerçekler, bizleri Devlet-Tanrı alanlarında yeni bilgilere itmektedir. Göbeklitepe’nin keşfi de bu hususta teoriye kaynaklık etmektedir.

Göbeklitepe’den önceki bilgilerimize göre insan önce kentleşip ardından dine yönelmişti fakat Göbeklitepe ile beraber bu sav çürümüştü. Artık dinler, kentlerin oluşmasını sağlamıştı. Yani literatürde artık din, devletin kurucu esas unsuru olmuştu. Bu argümanı, düşünce tarihinde söyleyen iki filozof vardı; İbn Sina ve Hegel. Bu köşe yazımızda Sina-Hegel yorumlaması bağlamında gerçekten dinin bizi din kurmaya itip itmediğine değineceğiz.

Sina’nın Metafiziği ve Hegel’in metafiziği pek çok yönden benzer unsurla taşısa bile en yakın oldukları hususlardan birisi devletin oluşumudur.  Aslında Ontoloji ile ilgilenmiş Doğu-Batı düşünürleri her zaman devleti anlamlandırmak ve açıklamak ister fakat bu hususta kendilerini yeterli görmezler. Bu yüzden düşüncelerinin temeline devlet olgusunu pek yerleştirmezler. Bu yüzden Sina ve Hegel’in Metafiziğinde “Devlet” kavramı pek karşımıza çıkmaz.

Sina ve Hegel’in Metafiziğinin politik yorumundaki benzerlikler pek boldur fakat esasen bu iki düşünür şunu görmüştür: Din; hareket ettiren, eyleme geçiren ve insanı reel anlamda var eden bir özellik olarak tanır. Din ile insan ıslah olur, yasalaştırır ve bir benlik edinir. Din, bu anlamını kazanmak için kurumsallaşmaya doğru ilerler ve vahiy-tanrı ve devlet, günümüz dünyasını oluşturur.

Göbeklitepe keşfedilmeden önce Sina ve Hegel’in bu yorumu bilimsel olarak reddedilmiş bir gerçeklikti fakat bu keşif her şeyi değiştirdi. Göbeklitepe’nin en heyecan verici özelliği; daha avcı-toplayıcı yüzlerce kişinin –bu demek oluyor ki: Göbeklitepe, yaşam standartları epey bir düşük yüzlerce kişi tarafından yapıldı– hürce, sırf tanrılarına ibadet etmek için bir mabet oluşturmak için bir araya gelmesidir. Uzun lafın kısası şuna dikkat çekmek istiyorum: Tarımdan haberi olmayan, avcılık yapan, can güvenliği olmayan ve düzenli beslenemeyen yüzlerce kişi sırf inançları için bir araya geldi. Bu dinin ne kadar da güçlü bir kurum olduğunu ve bu iki düşünürün metafizik kavrayışlarını doğrular nitelikte.

Göbeklitepe’den sonraki yerleşim yerlerinde ise artık tarım ve devlet olgularına rastlamaya başlarız. Yani din kurumsallaşmaya başladıkça insanlar da devletleşmeye başlamıştır. Bu vaziyette şu soruyu da gündeme getirmek gerekir; araştırmalarda öne çıkarıldığı üzere devletlerin kuruluşuyla beraber Mezopotamya’da şiddetli ölümlerin arttığı görülmektedir. Dinden doğan bir kurum nasıl olurda ölümü arttırabilir? Ki bugünde de görmekteyiz, devletlerin yani iktidarın gücü zalimlerin eline geçtiğinde –İsrail örneği yerinde olacaktır– neler olduğu açıktır. O halde gerçekten de, Hegel’in ve Sina’nın savunduğu gibi, katliamlar yapabilen ve zalimin eline geçtiğinde toplu katliamlara sebep olabilen bu devlet kurumu kökeninde din gibi saf ve huzur dolu bir kurumdan nasıl çıkabiliyor? Ya da tarihte iyi bir devlet olarak tahayyül edebileceğimiz bir devlet ile İsrail aynı olgudan nasıl hareket ediyor?

Okuyucuyu bu soruyla baş başa bırakıyorum zira bu sorudan ilerisi okuyucunun kendi dünya görüşüne uygundur. Fakat ben din ile devlet kurumunu bir bütün olarak araya getirdiğimizde ve tarihsel gerçeklikleri-arkeolojik buluntuları da bir araya getirdiğimizde ilk devletleri ve kentleri kuranların dinin-tanrının mutlak gücünü kıskanan sapkınlar olduğunu düşünüyorum.

Her politik teorisyenin yaptığı gibi bir kurgu kuruyoruz fakat bugün bile dinin bu birleştirici gücünü kıskananlar var iken o zaman neden olmasın? Dinin hiçbir zorunluluk yaratmadan insanları kendisine çeken yapısını taklit etmek isteyerek devletleri oluşturdular ve onu devletlerle birleştirdiler. O vaziyette biz, asıl Tanrıyı ilk devletlerin kuruluşuyla terk ettik. Zannımca, Göbeklitepe’nin inşasında beraber hiçbir tahakküm olmadan kardeşçe çalışan o yüzlerce kişi şu dünya tarihindeki en saf inanca sahip olan kişilerdi.

İslâm Tarihine de baktığımızda aynı şeyle karşılaşırız. Hz. Muhammed’in kurduğu Medine Şehir Kent Devletini, Bu Medine Şehir Devletini modern anlamda kurumsallaşan bir devlet olarak kabul etmek politik teoriye de pek uymamaktadır, kurumsallaştıkça ve büyüdükçe yani bir kent devletinden bir devlete dönüştüğünde kardeş kardeşin kanını akıttı, Peygamberin sünneti lekelendi ve hatırlanmadı, cahiliye adetlerine geri dönüldü ve nice sahabe birbirlerine karşı silah kuşandı.

Günün sonunda: Evet, Din bizi devlete itiyor olabilir fakat bu devlet içinde dini kaybedip kaybetmemek; Tek Tanrıyı çoğul hale getirip dünyevileştirip – dünyevileştirmemek bizim elimizde.

Yararlandığım Esas Kaynak ve Düşüncelerimin çıkış noktası olan makale: Ceyhan Işık.(2020). İbn Sînâ ve Hegel Açısından Devletin Kurucu Unsuru. Beytulhikme An International Journal of Philosophy

ALİ KURNAZ-HALİL İNALCIK SOSYAL BİLİMLER LİSESİ ÖĞRENCİSİ