Adı: Zehra
Unvanı: Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi
Suçu: Başörtülü olmak( irtica!)
Adı: Yavuz Selim
Mesleği: Baş komiser
Suçu: Emniyette namaz kılmak( irtica!)
Adı: Ahmet
Mesleği: Rütbeli asker
Suçu: Ramazanda oruç tutmak( irtica!)
Ve daha niceleri… Koskoca bir nesil, 28 Şubat post modern darbesi ve ülkeme bıraktığı izler… O dönemin yaralarını hücrelerime kadar taşıyan biri olarak söyleyecek o kadar çok cümlem var ki boğazımı yaka yaka, içimi kanata kanata anlatsam bilmiyorum yeterli gelir mi?
Bazı acılar vardır her hatırladığınızda kalbiniz bir kuş gibi ürperir, diliniz pelte gibi olur, gözleriniz yaşarır, tekrar yaşarsınız sanki o anları hiç istemeseniz de… Ama ortada bir gerçek vardır ve öylece durmaktadır, tarihin dipsiz kuyularına atsanız da yaşanmıştır, delik deşik yaralar bırakarak gelmiş ve geçmiştir.
Ve maalesef ilk değildir belki son da olmayacaktır. Yakın tarih, bizzat içinde olduğum an be an şahit olduğum zamanlar.
Yıl 1998-1999, gençliğimizin baharındayız, başımızda tatlı tatlı esiyor rüzgâr, hayat, yaşamak, idealler, hayaller, her şey o kadar başka güzel ki kalbimizde. Masum yüreğimizde o körpe dimağımızda, okumanın, ilme âşık olmanın verdiği tatlı heyecan var. Hem dini hem pozitif ilimleri doğru öğrenelim diye başladığımız imam hatip okullarında, huzurla gidiyoruz okullarımıza.
Sonra mı, kalpleri katılaşmış, gözleri perdelenmiş, aklı bulanmış, kapkara zihinleri ile koca koca makamlardaki birileri, bir tezgâh düzenliyor. Piyasaya bir tiyatro oyunu sunuyorlar, sözüm ona hoca bir adam, kandırdığı genç başörtülü bir kızcağız, Fadime ŞAHİN; dini duyguların istismarı, dini gurupların yıpratılması ve hortlayan İRTİCA! Kavramı.
Devamı malum, 28 Şubat Askeri darbe! Millete ve evlatlarına indirilmiş en ağır zulüm, boykot. Ötekileştirme, tecrit etme, kamu alanlarında yasaklamalar, görevden, mesleklerden ihraçlar, üniversitelerden atmalar, ikinci sınıf vatandaş muamelesi, adını bilmediğimiz suç örgütleri adı altında suçlamalar, hapis yatmalar, akla hayale gelmeyen çileler. En acısı, öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya, hali.
Oysa bu iftiraların atıldığı kişiler değil miydi, bu milletin bel kemiği? Evladını vatana millete feda eden şehit annesinin başındaki örtü mü takılmıştı kaskatı vicdanlara, hedefi yalnızca iyi insanlar yetiştirmek olan öğretmenin günahı neydi? Kelle koltukta mücadele eden baş komiserin, ya da gece gündüz nöbet tutan askerin orucu mu engeldi çağdaş ülkemin gelişememesine…
Ya idealleri için gayret gösteren, dirsek çürütmüş, son sınıfa kadar gelmiş tıp fakültesi öğrencisi kızın haline ne demeliydi. Yazık ki ülkemizde akıl tutulması yaşayan çığırtkan zihniyet belki azınlıktı ancak bir döneme damga vurmayı başarmıştı.
Lise çağımda okulumun bahçesinde özgürlük için eylem yaparken öğrenmiştim, hakkımı aramayı. Oysa sadece örtümüzle okumak, vatana millete faydalı olmaktı hayalimiz. Ancak ne yazık ki, kendi çıkarları, despot dünya anlayışları ile dünyanın makamlarına çıkmış, ama yerin dibine layık bir zihniyet ele geçirmişti vatanımı her bir koldan, bir ahtapot misali. Bin yıl geçse de sürecek diyerek çıkmışlardı yola.
O, korkunç zamanlarda mümin bir duruş sergilemek, her babayiğidin harcı değildi. Kimi Rabbimin tesettür emrini çiğneyemem diyerek çekildi bir kenara dilinde dualar, kalbindeki yangınla, kimi ruh dünyası karışık, şekli ile özü arasında gel-git devam etti, ikilem hali psikolojisini bozarak. Kimi de kendini özgür dünya ülkelerine attı, vatanına hasret kalma pahasına hicreti tercih etti.
Herkes kendince bir yol tutarken bu zulmü başlatan, uygulayan ile sessiz kalan arasında bir fark yoktu aslında. Yine küffar az olmasına rağmen tek bir millet gibiydi ve en ağır darbeleri bu ülkenin evlatlarına indirmişti. Ne yazık ki sözüm ona dindar camia tek millet olmaktan her zamanki gibi acizdi. Bu yüzden yapılan eylemler, protestolar bir yere kadar sürdü, sonra herkes kendi dünyasına geri döndü.
Diploma almasına ramak kalan gencecik kızın bahtına kapkara günler düşmüştü. Çekilen çile zalimlerin dediği gibi sürmedi elbet, sona erdi, delik deşik etse de özgürlük denilen bizim bahçemize de uğradı Rabbimizin izniyle.
Ancak onca zulüm, kahır, eziyet, milletimin tarihine kara bir leke olarak geçti.. Peki, çekilenler, ödenen bedeller, mücadeleler, sonrasına ne getirdi? Hepimiz biliyoruz ki mesele başörtüsü değildi? Müslüman kimliğini allak bullak etmekti amaç.
Tesettür sadece bir giyim tarzı değildi çünkü mümin kadının dünyaya karşı duruşu, hayat tarzıydı. O zamanlar başörtümüze sarılıp kaç kez ağladığımı saymam mümkün değildir, elimizden alınmak istendiği için daha da bağlanıyorduk çünkü. Ya şimdi, durum nasıl? Darbeyi gencecik yaşında yaşamış öğrenci, öğretmenlik zamanlarında şahit olmuş biri olarak acı bir tebessüm edebiliyorum şuan ki halimize.
Tesettür; artık Allah’ın bir emri değil de sanki bir moda gibi görülüyor ne yazık ki. Amacından o kadar uzak ki, daralan kıyafetler, şeffaf ve dikkat çeken kumaşlar, yapılan makyajlar, çağa ayak uydurmaya çalışan bir duruşu olmayan başı örtük ancak zihni dini imgelerden bihaber gençler. Belki sayıları çok ama niteliği olmayan topluluklar. Sadece şekilci bir anlayış ama özden uzak bakış açıları. Darbe yok evet şuan hepimiz özgürüz giyim kuşamımızda ya da söylemlerimizde.
Peki, halimiz nice, başörtülü her şeyi yapar psikojisi ile gerekli gereksiz her duruma girmeye çalışmamız neden? Bizi kurtuluş savaşında yenemeyen düşmanlarımız her an tetikte ve çok iyi çalışıyorlar. Savaşta yapamadıklarını, sosyal medya kanallarında, moda akımlarında o kadar iyi işliyorlar ki maalesef toplum olarak yozlaşıp çürümeye başlıyoruz. Görünen o ki asıl darbeyi, kendini dindar sayan şekilci ancak özünden habersiz zihniyet yapıyor.
Bir an önce gaflet uykumuzdan uyanıp mümin duruşumuzu ve kimliğimizi yenilememizin zamanı geldi de geçiyor. Yoksa biz uyurken hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak…Ve unutulan soykırım tekrarlanır söylemini hafızamıza kazımalıyız.
Sözün özü; “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.( Hz. Ömer)
Tüm 28 Şubat mağdurlarına ithafen
Sevda ÇEVİK