“ … Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

      Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir…”           

 ( Necip Fazıl KISAKÜREK)

İnsan; kökü nisyandan, yani unutkan ve nankör manasına gelen bir kelime anlamında. İsmiyle de müsemma aslında. Anne karnında başlayan hayat yolculuğundan, ete kemiğe bürünüp dünyaya gelişi, bebekliği, çocukluğu, ergenliği, gençliği, yetişkinliği, ihtiyarlığı, derken ölüm gerçeğiyle karşılaşması ve sonsuz hayata uğurlanışı ile dünyaya veda eder.

Bu süreçte kendisine gece gündüz demeden, her şartta ve koşulda hizmet eden, destek olan, Rahman olan Yaratıcının ihsan ettiği annesi hep yanı başındadır.  Koşulsuz emek ve gayret ile hatta kendini ihmal etme pahasına da olsa hep evladının yamacındadır.

Tuhaf ama çoğu zaman, insanoğlu büyüyüp adam olduğunda, kendisini bin bir zahmet ile yetiştiren anacığına bile nankördür.  Oysaki Kâinatın Sahibi, yüce kelamında ana-babaya “öf bile demeyin!” diye buyurmuştur. Zaten biraz düşünse insan, ne büyük bir yanlış içinde olduğunu anlar. 

Ancak insan bu, her şey gibi akıp giden hayat yolculuğunda, kimi zaman savrulur. Kendini sadece beden elbisesinden ibaret sayarsa bocalar. Aklını, gereksiz ve boş işlerle doldurur, kalbini sadece dünya sevgisinin merkezi yaparsa, işte o vakit yaşayan bir bedenden ibarettir.

Hatalar,  hayâsızlıklar, bencillik ve hırsın verdiği tüm nefsani istekler, dünyası olur.  Böyle olunca da hayatı da ahireti de berbat olur. Bu özellikler yüzünden, âdemoğlunu âdem yapan değerlerden uzak olur. İnsanlık tarihi, hep bunun örnekleri ile doludur. Kabil, kardeşine duyduğu haset duygusuyla nefsine uymuş, ilk kardeş katili olarak, kötü bir çığır başlatmıştır.

Hz. Âdem, bir baba olarak iki evladına da güzel muamele etmiş ve iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmaya uğraşmıştır.  Habil, kardeşine, samimiyet ve güzellikle davranmış, ona karşı hep hüsnü zan beslemiştir. Fakat Kabil, nefsinin içindeki sesleri susturamamış, şeytana uyarak, kötülük ve nankörlüğü tercih etmiştir. Kalbini kıskançlık ateşi öyle yakmıştır, hırsı gözünü öyle bürümüştür ki; öz kardeşini katletmekten çekinmemiştir.

Habil ise kardeşi onu öldürmeye yeltendiğinde bile, kardeşini doğru yola çağırmış, iyiliğin timsali olarak şehadet şerbetini içmiştir. İki kardeş, biri katil, diğeri şehit, biri mazlum, diğeri zalim, biri iyiliğin timsali, diğeri kötülüğün, biri eşref-i mahlûkat, diğeri esfel-i safilin olarak insanlık tarihimize geçmişlerdir.

Ve o vakitten beri, iyilik ile kötülüğün, mazlum ile zalimin, hak ile batılın savaşı başlar.  Üstadın deyimiyle oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir…  Aynı kaynaktan çıkmalarına rağmen, oluğu temiz tutulmayan su nasıl kirli akıyorsa, insanoğlu da ruhunu ve kalbini arındırmadığı sürece içinden kötülük ve kir çıkacaktır. 

Nemrut, firavun, Calut, Karun, Ebu leheb, Ebu Cehil… gibi içindeki kiri insanlara saçan zalimler tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. Hepsi hiç beklemedikleri yerden alaşağı olmuş, zulümlerinin cezasını çekmişlerdir.  Şimdilerde ise, Filistin, Doğu Türkistan gibi mazlum coğrafyalarda yaşanan zulümleri başlatan ve destekleyen ülkeler, kendilerini dev aynasında görüyorlar belki. Ancak tarihin, onlar gibi nice zalim, acımasız toplulukların helak oluşu ile dolu olduğundan habersizler. Masum bebeklerin kanlarında boğulacakları gün inşallah yakındır.

Zira mazlumun yanında Kâinatın gerçek Sahibi vardır! Onlar sanıyorlar ki iyilik için mücadele edenler zayıf ve çaresizdir. Malum kötülük için çırpınanların çığırtkanlıkları ayyuka çıkmaktadır, hayâsızca etrafa saldırmayı özgürlük(!) , sanmaktadırlar. Oysa hakkı savunanlar, boş işlerden ve sözlerden uzak durarak, adaletle hakkını aramanın gerçek özgürlük olduğunu bilirler…

 Sözün özü; “ Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayr eyler,

                       Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler…”           

( Erzurumlu İbrahim HAKKI)

Sevda ÇEVİK