Joe Biden, Ukrayna Savaşı ile ilgili bir röportajında şöyle bir ifade kullanıyordu: “Bizler, dünya tarihinin gördüğü en güçlü milletiz.”. Bugün dünyada hangi lider böylesine iddialı bir açıklama yapabilir? Şayet ulusunun böyle bir kapasitesi olmadığı aşikâr olan bir başkan böyle bir röportaj yaparsa muhtemelen senelerce hiciv dergilerine kapak olurdu. Fakat Biden’ın bu sözleri röportajından sonra asla kanıksanmadı. Öncelikle, Amerika’yı incelerken hamasi duygulardan arınmak ve olaya rasyonel bir düzlemde bakabilmek elzemdir zira gerçekten de inceleyeceğimiz kurum insanlık tarihinin gördüğü en güçlü imparatorluktur.

Öncelikle, “İmparatorluk” kavramı tarih alan yazınında daha farklı kullanılmaktadır. Fakat sosyal bilimlerde gelişi güzel olarak genellikle kendi sınırları dışına iktisadi, siyasi, askeri ve idari olarak tesir edebilen devlete imparatorluk denilir, bu devlet bir ulus devlet olsa bile. Biz de bu denememizde bu tanıma uyacağız.

Prusyalı Teorisyen Clausewitz’in de değindiği gibi yer altı ve yer üstü kaynaklarını tek bir noktaya odaklayabilmek, modern dünyada önde gelen uluslardan olmanın yegâne şartıdır. Bunu en güçlü şekilde uygulayabilen ulussa, dünyanın en dominant ulusu olur. Bu majör ulusun eğitimi, sanayisi, akademisi, halkı, atölyeleri ve bütün uzuvları gerektiğinde tek bir noktaya akmaya programlıdır. Bu elbet ki Nasyonal Sosyalistlerin yahut Komünistlerin yaptığı gibi doğrudan devlet güdümünde olmak zorunda değildir. Gerekli teşvikler, propagandalar, el altından çıkarılan kanunlar ve güdümündeki bir burjuva ile ülkenin bütün kaynakları kolaylıkla tek bir noktaya yoğunlaştırabilir. İşte bu modern olgu, dünyadaki majör ve minör devletleri ayıran temel noktadır.

İşte Amerika, bu dediğim meseleyi mükemmele yakın bir derecede uygulayabilmektedir. Amerika; savaş zamanlarında yahut herhangi bir ülkeye ültimatom verdiğinde yasaları, ordusu ve ekonomisi vasıtasıyla düşman kuvvetin bütün çıkar yollarını kapatmakta, bütün gücünü tek bir noktaya kanalize edebilmektedir. 2. Dünya Savaşında yüzbinlerce askerini ve teçhizatını Amerika’dan Avrupa’ya taşıyabildiler. Bundan daha sonra da aynı kuvvetini Vietnam’da, Irak’ta ve İmparatorlukların Mezarlığı olan Afganistan’da başarıyla uyguladılar. Düşündüğümüzde basit bir şeymiş gibi gelse de onlarca ton malzemeyi ve orduyu kıtalararası taşımak ancak çok güçlü ulusların altından kalkabileceği bir iştir.

Bu anlattıklarım, size bir yerden tanıdık gelmeli: Haçlı Seferleri. Haçlı Seferleri, bu gücün ve eylemin farklı bir tanımlanmış halidir. Ancak kapsamı, Amerika’nın yaptığından çok daha dardır ve cephe gerisini doğrudan ilgilendirmemektedir. Fakat modern savaşlarda, savaş cephe gerisinde bile devam etmektedir. Bu; bilim, eğitim, teknik yahut gazete yoluyla bile olabilir. Bu bakımdan, Amerika’nın kıtalararasında yaptıklarını teknik olarak Haçlı Seferleri’nin gelişmiş bir hâli olduğunu söyleyebiliriz.

Bütün bu anlattıklarım, Alman Teolog Martin Heidegger’i dehşete düşürmüştür. 20. Yüzyılın yarısında Heidegger’in teknik felsefesine yönelmesinin sebebi budur. Heidegger, “Holokost” meselesi vasıtasıyla devletlerin güçlerinin tek bir noktaya kanalize edebildiğini fark etti ve bunun nelere varabileceğini tahmin edebiliyordu. Bu yüzden, çağımızın sorusunun teknik olması gerektiğini söyledi.

Holokost, Haçlı Seferleri yahut Amerikan’ın Irak İşgali; hepsi aynı özden sudûr eder: Hümanizm. Gücünü kullanırken her şeyi mubah gören, hiçbir kural ve kaide tanımayan ancak kendi yasalarını gözeten ve sadece kendi insanını muhatap alan devletlerdir hümanist devletler. Kazanımını elde etmek için bütün ulusu tek bir noktaya hücum ettiren devletlerdir bunlar.

Hümanist devletin altında yaşıyorsanız, sizin için her şey mükemmeldir. Başka bir ülkenin zenginlikleri size akmaktadır ve işler yolunda gitmektedir. Fakat hümanist bir devlet sizin bulunduğunuz topraklara ayak basmışsa Abu Ghraib’ler, Guantanamo’lar ve Lynndie England’lar artmaya başlar.

İsmet Özel’in dile getirdiği “Amerikalı değilim, hiç olmayacağım” sloganı tam da burada anlam kazanıyor. Bu slogan, tahakküme karşı inadı ve hümanizme karşı nefreti temsil ediyor. Aynı zamanda, ülke içinde politik bir duruş sergiliyor bu slogan. “Şayet benim ülkemin iktidarın da her şeyden önce benim ulusumun çıkarını ortaya koyarsa, benim refahım için insan haklarını görmezden gelirse ona da karşı çıkacağım!” demektir “Amerikalı değilim, hiç olmayacağım” demek. Paranızı, tiran devletlerinizi, ailemi ve kültürel hiçbir değerinizi ilahım kabul etmiyorum; “özgürleştireceğiz” adıyla yabancı topraklara gelip o toprakların üzerinde bir hegemonya kurmanızı da kabul etmiyorum da demektir aynı zamanda.

Sonuç olarak; Irak, Kudüs ve Afganistan’da yaşanan katliamlara ve cezaevlerinde yaşanan aşağılanmaları okuyup da yüreğinde bir şeyler alevlenen herkesi bu söze katılmaya davet ediyorum.

ALİ KURNAZ