28 Şubat’tan sonra yer altında birleşen muhafazakârlar için ilk hedef hürriyeti geri kazanmaktı. Bunu elde ettiler, ardından siyasi saygınlıklarını kazanmak ve idarede demokratik yollarla söz sahibi olmak istediler. Bunu da başardılar ve son aşama olarak iktidarlarına has bir felsefe ve medeniyet biçimi oluşturmak istediler. Bununla beraber yaptıkları bütün bu inkılaplar gelecek nesillere aktarılacak, yaygınlaşacak ve sürekliliği sağlanacaktı. Bugün Milli Eğitim Bakanlığının “Maarif Modeli” projesinin de temelinde bunun yattığına inanmaktayım.

Türk Muhafazakârların bu çabası pek normaldir. Sosyalistler de Rusya’da iktidara geldiklerinde devrimlerini sağlamlaştıracak bir edebiyata ve kültür anlayışına ihtiyaçları vardı. Bu süreçte de çok başarılı oldular. Eski Sovyet ülkelerinde bulunan mimari, müzik ve sosyal bilimler kültürlerinin gelişmişliği bunun bir sonucudur. İnkılaplar, esaslı medeniyet anlayışlarına dayanmazsa yok olmaya mahkûmdur.

Fırat Mollaer, Türk Muhafazakârlığını dört ana evrede işler: Kültürel Muhafazakârlık, Anti-Komünist Muhafazakârlık, Kapitalizme göz kırpma evresi ve son olarak “Tekno Muhafazakârlık”. Yazıma 28 Şubat ile başladığıma aldırış etmeyin, Muhafazakârlığın bu süreçleri Tanzimat’tan beri hayatımızda. Bu uzun sürecin iki anahtar kelimesi var: Allah ve Kimlik.

Zarifoğlu’nun “Romanlarım” adlı eserinde Savaş Ritimleri adlı kısa bir öyküsü var. Bu eserde Zarifoğlu, Kafkasya civarlarında bir dağ köyünün gençlerinin Komünizm ve tahakküm ile olan mücadelesini işliyor. Bu köyün öne çıkan tek bir özelliği var: Müslümanlar. Onların varoluşu Özel’in tabiriyle İslâm’la damgalanmıştır. Bu köyün kimliği, Allah’a dayanmıştır.

Bu köy; toplumsal kararlarını camide alıyor, köye yaşlı bir imam önderlik ediyor ve savaşmaya mabetlerden başlıyor. Zarifoğlu bu eserinde zannımca “Müslüman bir kavmi” idealize ediyor. Burada kendi toplumunu göz önünde bulundurarak belki de bir hasretlik ve özlem durumu da göze çarpabilir. Cumhuriyet’in gidişatını Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” adlı eserinin ışığında kavradığımızda Zarifoğlu’nun düşleri anlam kazanıyor.

Zarifoğlu’nun ve Yahya Kemal’in bu fikirleri hep hoş bir hülyaydı. Sessizce dualarda geçirilen ve secdede Allah’a fısıldanan hoş bir tahayyülden ibaretti. Uzun bir bekleyiş ve pek çok mücadele sonrasında 2000’li yıllara vardığımızda bu fikirler küçük mescitlerde kısık sesle tartışılan konular olmaktan çıkmış, bürokrasi koridorlarında ve bakanlıklarda savunulan bir ideale dönüşmüştü.

Bir inkılap gerçekleştirmişlerdi, bir adı yoktu gerçi bu inkılabın. Muhtemelen bu kelimeden de nefret ediyorlardı ancak öyle ya da böyle yeni kurdukları düzenin üzerine bir düşünce inşa etmeleri gerekiyordu. Bunu nasıl yapacaklardı?

Bu düşüncenin şüphesiz ki iki büyük ismi vardı: Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek. Sezai Karakoç, bu sürecin ruhunu; Kısakürek ise bu sürecin felsefesini/yolunu ortaya koymuştur. Kısakürek için Müslüman, sanayileşme faaliyetlerinin tam göbeğinde bulunmalı ve endüstrileşmenin başat öncüsü olmalıydı. Muhafazakâr partilerimizin sanayileşme politikasının altında yatan düşünce bu bakımdan Kısakürek’e uzanır. “İki Minareye Bir Fabrika Bacası” adlı köşe yazımda daha detaylıca bu hususu işlemiştim.

Bu sürecin ise akademi kısmında bizi Tanpınar, Nurettin Topçu ve Cemil Meriç karşılar. Cemil Meriç ve Topçu, Batı düşüncesine derinlemesine hâkim olmasına rağmen doğuya karşı olan derin ilgileri ve alakaları onları bir cazibe merkezi haline getirmiştir. Muhafazakârlar, bu isimler vasıtasıyla sekülerlerin yücelttiği o isimlerin pek de matah olmadığını öğrendi. Bu düşünürler sayesinde muhafazakâr düşünce “Anadolu” merkezli bir söylev haline gelmiştir.

Bütün bu düşünürler arasından tek bir isim parıldayarak kendisini gösteriyor: Mehmet Akif Ersoy. Geçen haftalarda da bahsettiğim şekilde Nazım Hikmet’in deyimiyle: “Büyük Şair, İnanmış Adam”. Bir dava adamı ve Müslüman. Fikirlerinden ödün vermemiş ve boyun eğmemiş bir mütefekkir. Sekülerizme karşı dik duruşun sembolü.

Bu isimlerle bir düşünce kurulmak istendi hatta son yıllarda bu kişilere Alev Atatlı da eklendi. Peki, neden başarılı olunamadı? Bugün Yahya Kemal’i kaç genç tanır ya da Zarifoğlu’nu kaç genç okumuştur? Mollaer’in dikkat çektiği gibi muhafazakârlığın son evresi neden “Tekno-Muhafazakarlık” oldu?

Başarılı olamadılar zira bütün bu insanlar müfredatın değil hakkın adamıydı. Mehmet Akif’i, Nazım Hikmet’i, Tanpınar’ı ve Karakoç’u sınıflarda bir öğretmen eşliğinde çocuklara öğretemezsiniz. Asım’ın Nesli, kuralların değil mabetlerin ve ahlâklı bir isyanın adamıdır. Hayatları boyunca tepeden inme yasalara ve fikirlere karşı durmuş insanları tepeden inme bir müfredatla kimsenin kalbine sokamazsınız.

ALİ KURNAZ