Eğitmek, Türkçedeki en çirkin kelimelerden birisidir bana kalırsa. En açık tabirle, hitap ettiğin kişiyi aşağı olarak görmenin ve onun eğitilmeye layık bir görgüsüz olduğunu vurgularsın. Onun karşısında kendinin bir aydınlık meşalesi olduğunu ve bu dünyanın bütün hakikatlerini çözdüğünü iddia edersin. Bu kelime, 1923-1960 arasındaki her cenahın ağzında resmen sakız olmuştur. Nurettin Topçu’dan Hasan Ali Yücel’e kadar herkes halkın erdemlerden yahut bilgiden noksan kaldığını bu yüzden onları eğitmek gerektiğini savunmuştur. Bu “eğitme” faaliyeti, erken dönem düşünce tarihimizin temel felsefelerinden birisidir. Yazımızda, bu maarif modelin yapısını ve tarihi inceleyeceğiz.
Öncelikle eğitmek ile eğitim arasında fark nettir; eğitim hür iradeye bağlıyken ve sorgulama süreci esasken; “eğitmek” dayatılan ve daha büyük bir modelin parçasıdır. Bu düşüncenin temelinde sosyal sınıflar vardır: İktisadi ve siyasi açıdan güçlü olan, kendinden aşağı olanı ezmek ister zira onlardan birisi olmadığını hissettirmek ister. Bunun içinde muhtelif enstrümanlar kullanırlar; bunlardan birisi eğitimdir. Kendilerini halkın karanlığını aydınlatacak bir münevver olarak görürler ve büyüklük taslarlar. Halktan kopuk, onların dertlerini dinlemeyen, onların yaşadığı hayattan hiçbir şekilde haberleri olmayan merkezdeki bürokratlar, köylüyü “Batılı Adam” gibi yapmak ister. Bürokratlar, bütün bu faaliyetlerini yaparken kendilerini bir özgürlük savaşçısı olarak görürler. Ancak olaylara bir yüzyıl sonradan baktığımızda sadece gülünç bir kodaman takımdan başka bir şey göremiyoruz. Onlar vaktinde köylüyle alay etmişlerdi ancak şimdi tarih onlarla alay ediyor. Ama tarih bir yandan da kanıyla tevhidi kurtaran Anadolulu Köylüyü yüceltiyor.
Eğitmek kavramı modern anlamda hayatımıza Fransız İhtilali ile girdi. Robespierre öncülüğünde örgütlenen ve savaşan Jakobenler şu ön varsayımla hareket etmişlerdi: Halk karanlık bir cahillik içerisinde ve onları aydınlatmalıyız. Bu yolda; kendileri gibi düşünmeyen ve aksiyom almayanı mutlakiyetçi ve yobaz ilan etmişlerdir. Köylünün yahut cahilin tek görevi; önüne koyulan müfredatı öğrenmek ve sorgulamadan meşru düşünceyi kabul etmekti. En iyisini çoktan Jakobenler düşünmüş ve gerekli düzenlemeleri yapmışlardı. Halkın görevi ise bu yol gösterenlerin peşinden gitmekti. Böylece ulus, sadece bu büyük adamları takip eden bir piyondan ibaretti. Bu düşünce size Machiavelli’yi hatırlatabilir; hatırlatmalı da zira Gramsci boşuna Machiavelli’yi “Erken gelmiş Jakoben” olarak tanıtmamıştır. Böyle bir sürecin ardından, devrim kendi evlatlarını yedi ve Jakobenlerin idari kadrosundan çok mühim isimler giyotinle idam edildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu idare kadroları; Fransız İhtilaline, Jakobenlere ve onların fikir babalarına karşı müthiş bir hayranlık ve bağlılık hissediyorlardı. Pozitivist, Hümanist ve Mekanik Jakoben anlayışını bütünüyle benimsemişlerdi ve Kurtuluş Savaşını ihtilalin bir benzeri olarak okudukları anlaşılıyordu. Fransız İhtilali ve Kurtuluş Mücadelesi pek çok bakımdan benzeyebilir ancak bu mücadelenin ihtilalden çok daha yüce ve güçlü olduğunu unutmamak gerekiyordu. Fransız İhtilali, kalburüstü zalimleri yönetimden kovmuştu. Kurtuluş Savaşı ise bütün müstemlekeci kuvvetleri kanla Anadolu’dan kovmuştu. Bu bakımdan Kurtuluş Savaşı hem kapsam hem içerik hem de ruh bakımından ihtilalden her anlamda çok daha güçlüdür.
İdari kadrolar, İhtilalden sonra Jakobenlerin yaptıklarının bir benzerini yaptılar: Doğruyu bildiklerini ve halka da bunu göstereceklerini ilan ettiler ve bunun sonucunda “Eğitmek” kavramı hayatımıza girdi. Neredeyse 60 yıl boyunca bütün Türk düşünce tarihinde Komünisti, İslamcısı yahut Faşisti herkes içinden çıkamadığı siyasi meselelerde suçu halkta buluyor ve onların eğitilmesi gerektiğine inanıyordu. Kurtuluş Savaşında kurmaylarıyla omuz omuza kanlarını dökmüş halkın Anadolu Halkı olduğu bizlere unutturuldu. Unutturuldu zira Tandoğan utanmadan alenice kanıyla tevhidi kurtarmış Anadoluluya “Öküz Anadolulu” diyebiliyordu.
Bürokrat Nevzat Tandoğan, “Eğitmek” felsefesine sahip başat figürlerden birisiydi. Şayet tek bir Tandoğan olsaydı problem ortaya çıkmayacaktı fakat bütün idare kadroları yüzlerce Tandoğan ile doluydu. Bu durumdan halkın pek ala mutsuz olduğu, Demokrat Parti’nin seçimlerdeki zaferi ile ortaya konulmuştur. Halk, “Eğitilmeye” layık birer hayvan muamelesi görmelerinden duyduğu rahatsızlığı seçimler vasıtasıyla ortaya koymuştur. DP zaferini böyle yorumlamak gerekmektedir. Cumhuriyet Halk Fırkasının Jakoben politikalarından yorulan halkın ikinci bir yol arayışının sonucu Demokrat Partinin iktidarı olmuştur.
Bugün bizi “Eğitmek” isteyen ve bizi cahil olarak görenler her yerde ve her kurumda. Anadoluluyu eğitmek ve baskı altına almak isteyen ise şu ana kadar hep hüsranla karşılaştı. Bundan sonra da böyle olacak.
ALİ KURNAZ