Cuma Suresinin 5. Ayetinde Allah, Tevrat’ı sadece bir yük gibi taşıyanlara şöyle sesleniyor: “Kendilerine Tevrat’ı taşıma sorumluluğu verilip de onu taşımayanların örneği, kitaplar taşıyan eşeğin örneği gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlamış olan toplumun örneği ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu doğru yola ulaştırmaz.”
Tevrat için bunları söyleyen Allah, Kur’an için sizce ne söyler? Casiye Suresinin 6, 7 ve 8. Ayetleri bu duruma cevap veriyor: "… Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? Bütün yalancı günahkârların vay haline! Böyle kimseler, kendilerine okunan Allah'ın ayetlerini duyduktan sonra, büyüklük taslayarak sanki hiç duymamış gibi davranır. Artık onu can yakıcı bir azapla haberdar et.”
Cuma 5 ve Casiye 6-7 ve 8. Ayetleri beraber okuduğumuzda bizi çok net bir gerçeklik karşılıyor. Kur’an’ın ayetlerini okumak yetmez, onu etkin bir mücadele biçimi haline getirmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde Kur’an’ın deyimiyle “kitaplar taşıyan bir eşeğin” durumuna düşmüş oluruz. Bu, sadece basit bir mecaz değildir zira böylelikle İslâm Tarihinin asıl problemine dikkat çekmiş oluyoruz. İslâm Tarihini objektif bir biçimde okuduğumuzda bizi hiç de beklediğimiz gibi bir portre karşılamıyor. Bu insanlar, özellikle yönetici sınıf, Kur’an’dan haberdarlardı ancak ne derece Kur’an’a uygun hükmettiler? Bunun için çok basit bir örnek bile bize yetecektir: Kölelik.
İslâm’ın Müslümanı şımarık/hâkim bir zümreye (İsra 16) karşı başkaldırıya çağırdığı apaçık bir gerçektir. Yani aslında Allah, inananına şunu aktarmaya çalışıyor: Kavminin sınıfsal sisteminin benim nezdimde bir hükmü yok. Ben, doğunun ve batının (böylelikle bütün insanlığın) rabbiyim (Me’aric 40). Bu ayetlerin ve anlayışın bir izdüşümü olarak da İslâm öncelikle köleler arasında yayıldı zira Kur’an, kölelere aydınlığı vaat ediyordu.
Kur’an, insanlar arasında hiçbir fırka ayrımı yapmayarak onları kendisine çağırmıştı. Mescitlerinde de hiçbir zümrenin ve kavmin önceliği yoktu, mescitler sadece Allah’a aitti (Cin 18). Yani Kur’an’da insanlar uluslarına, güçlerine ve iktisadi yeterliliklerine göre sınıflarına ayrılmaz. Böylelikle köle sınıfından bahsetmek de pek abes durmaktadır. Bu durumda, İslâm’ın köleliğe bakış açısı Beled Suresinin 13. Ayeti ile ortaya çıkar. Allah, bu ayetlerde köleleri azletmenin erdemine odaklanmaktadır. O halde ne beklersiniz? İslâm Tarihinde köleliğin aşamalı olarak kaldırılacağını düşünüyor olabilirsiniz. Ancak durum öyle olmamış, Osmanlı’da bile kölelik anca 19. Yüzyılda yasaklandı. O halde, bu insanlar Allah’ın ayetlerini yüzüstü bırakmadılar mı?
Nâzi’at 24. Ayette Firavun, halkına doğru: “Ben sizin en yüce rabbinizim” diyerekten haykırmıştı. Peki, bu bize ne gösteriyor? Sözü ve gücü kadiri mutlak olan, muhalifi olmayan ve otoritesini adalet ile değil zulümle sağlayan hükümdarlar firavundur ve bu hükümdarlar kendisini kavminin üstünde rab olarak belirler. İslâm Tarihi, böyle onlarca hükümdar ile doludur. Bunun da literatürdeki izdüşümü “doğu despotizmi” olmuştur. Doğu Uygarlıklarında toplumlar; amirlerini ve devletlerini ilahlaştırmıştır. Bu da bir muhalefetsizlik ve firavunlaşma kültürüne sebebiyet vermiştir.
Bugün, doğu toplumlarındaki iktisadi ve siyasi çıkmazların kaynağı da budur. Böylelikle, bizim de siyaset geleneğimizi Kur’an değil, beşeri firavun anlayışı ortaya koyar. Firavun anlayışı dediğime bakmayın, her ideolojinin çatısı altında görülebilir bu tanrılaşma. Bu tanrılaşmanın sürecini incelediğimizde bizi başka bir olgu karşılar: Firavunun yardakçıları.
Daha fazla güç daha fazla haz ve daha fazla şöhret için hakikati terk edenler, firavunun yardakçılarıdır. Hakikati; aileleri, soyları ve çocukları için satanlardır firavunun yardakçıları. Gramsci’nin deyimiyle “kayıtsızdır” yardakçı. Etrafına bir dönüp bakmaz, “mazlum ne halde?” diye sormaz, tek gördüğü çıkarlarıdır.
Yardakçılar, Hz. Muhammed’in de yanına gelmişlerdi ve onu da yüzüstü bırakmışlardı. Allah, Cuma Suresinin 11. Ayetinde şöyle anlatıyor: Onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gider ve seni ayakta (yalnız) bırakırlar. De ki: “Allah’ın katındaki (kazanç), eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır…”
Peygamberi yüzüstü bırakmak, Kur’an’ı yüzüstü bırakmaktır. Cuma 11. Ayet, Kur’an’ın sözlerini maddeye, servete ve güce değişenlere karşı bir uyarı niteliğindedir. Hz. Peygamberi orada yüzüstü bırakanlar, hakikat ile değil güç ve para ile ilgileniyorlardı.
Bugün Peygamber yaşamasa dahi Kur’an yaşıyor. Bugün Kur’an’ı bırakıp ticarete, eğlenceye ve hazza kaçmıyor muyuz? O halde, peygamberi de bir köşede yapayalnız bırakmıyor muyuz? Peygambere muhabbet besleyen, Kur’an’ı anlasın ve yaşasın.
ALİ KURNAZ