28 Şubat darbesinden sonra Avanos’ta kalmak istemedim. Erbakan hükümetinin yıkılmasından sonra cuntanın isteklerini yerine getirmek üzere Mesut Yılmaz hükümeti kurmaya çalışırken atama yerleri belli oldu. Atamaya kapalı olduğu halde Bursa’nın Yenişehir ilçesine atamam yapılmıştı.

Atama dairesindeki müdür “Büyük torpilin varmış, kapalı yere atandın.” diyordu. Gerçekten de Allah’tan başka kimsem yoktu. Bu süreçte hükümet kurulunca gece yarısı haberlerinde bütün atamaların durdurulduğu ilan edildi.

O günlerde bilgisayar sistemi yoktu. Geceki emir kurumlara ertesi gün öğleden sonra ancak gelirdi. Kimsenin de erkenden haberi olmaz diyerek sabah erkenden okula gittim. Resmi ayrılışımı yaptım. Mal müdürlüğüne giderek harcırahımı alır almaz 14 Temmuz 1997 tarihinde yedi yıl kaldığım Nevşehir’den ayrılarak Bursa yoluna düştüm.  Sabah namazından önce Bursa otogarına geldim. Önce hacet namazı kılarak rabbımdan kolaylık diledim. Sabah namazından sonra Yenişehir arabasına bindim. Yolda şoförle tanıştık. “Adım Kâmil Asa, Yenişehirliyim.” dedi. Sohbet ettik, bana güzergâhı tanıttı. Yenişehir’e varınca Kâmil amca beni bırakmadı. Önce Yenişehir terminalinde bana iki bardak çay ısmarladı. Sonra arabasıyla beni göreve başlama noktam olan Yenişehir İmam Hatip Lisesi’ne götürerek müdür odasına çıkardı. Orada bulunan arkadaşlara beni göstererek, “Emaneti teslim ediyorum. Kabul ettiniz mi?” diyerek çıkıp gitti. Onunla bir daha görüşemedik. Vefat etmiş, Allah rahmet etsin.

Böylece dönemin kukla başbakanı Mesut Yılmaz’ın İmam Hatiplilere “yarasalar” dediği 15 Temmuz 1997 tarihinde Bursa’nın Yenişehir ilçesinde resmen göreve başladım. Atama durdurma emri kurumlara ulaşınca karşı yarasalar o gün manevramdan haberdar olmuşlar. Beni telefonla geri çağırdılar ama olan olmuş, göreve resmen başlamıştım.

Bursa’yla fiilî alakam böyle başlasa da hissî alakam okuduğum tarihî romanlar vesilesiyle ilk gençlik yıllarıma dayanıyor. 1983 yılının yaz mevsiminde ilk kez ziyaret ettiğim Bursa’ya 1997 yılının yaz ortasında böyle kavuştum.

Beni kabul eden arkadaş okulun müdür yardımcısı Hüseyin Yaşar’dı. Bu mübarek adam Şumnu’nun Osmanpazarı’ndan Bursa’ya göçen bir ailenin oğluydu. Beni evinde üç gün konuk etti. Bana yeni bir ev tutarak “Hocam, sen git eşyanı topla. Ben badanasını yaptırırım.” diyerek beni Nevşehir’e gönderdi. Bir hafta sonra taşındığım bu ilçede dört yıl kalacaktım.

Ev sahibimiz Mustafa Amca çok iyi bir insandı. Onunla dostluk bağımız hiç kopmadı. Evimizin arka balkonu Baba Sultan Tepesi’ne bakıyordu. Bu tepeyi söylendiğine göre antik bir kentin kalıntılarından oluşan bir höyük meydana getirmiş. Burası Yenişehir’in en güzel mekânlarından biriydi. En tepede Postinpuş Camisi vardı. Bu cami erken Osmanlı devrine ait bir zâviye imiş. Aşık Paşazade Tarihine göre Baba Sultan Zâviyesi, Seyyid Mehmed Dede Zâviyesi, Postinpûş Baba Sultan İmareti adlarıyla da anılan bu zaviyeyi Sultan I. Murad Postinpûş Baba için yaptırır. Evliya Çelebi Orhan Gazi’nin bir oğluna ait mezarın burada bulunduğunu söyler. Postinpûş Baba’nın asıl adı Seyyid Mehmed Hammârî’dir.[1]

Yenişehir Osman Gazi’nin ilk devlet hutbesini okuttuğu, tarihle coğrafyanın buluştuğu bir belde. İlçenin Bursa çıkışı ağaçlarla kuşatılmış. Yolun iki yanını perdeleyen çınarlardaki cesamet kaldırımlardaki erguvan rengini okşayan süs elmalarının nazarıma verdiği zarafetle birleşince beni bir iç sıcaklığının yakmayan ama ılık tutan dokunuşlarına bırakıyordu.

Bu şehrin insanlarında evlerinin içine kadar yayılan bir yeşil ve çiçek tutkusu vardı. Pembe gül, mor hasekiküpesi, turuncu zambak, katmerli leylak, bahçe açelyası, erguvan dalı, peygamber düğmesi, salkımlı mor sümbül, katmerli zerrin, cezayir menekşesi, mahbup lalesi ve kırmızı karanfil komşularımızdaki çiçek saltanatının bir kısmıdır.

Çok değil, bir devir önce mekâna ruh veren insanların yaşadığı bir mekânda bu olağanüstü görüntünün eşiğinden ancak hayranlıkla geçebiliyordum. Aldığım bir vatan kokusuydu ve bu cemal bana doğduğum yerden daha yakın bir sıla sıcaklığı hissettiriyordu. Bu hayranlığı evimizin balkonundan hem ev sahibemiz Melek annenin hem komşumuz Ahmet dedenin teraslarına bakarken yaşadım. Melek anne çiçeklerini emziriyor, Ahmet dede saksılardaki ayrık otlarını yoluyordu.

-Anacığım, kolay gelsin, deyince Melek anne bana tebessüm ederek “Bunlar benim çocuklarım.” dedi. Beni çocuklarıyla tanıştırmasını istedim. Bana teker teker isimlerini saydı. “Koyu kırmızı karanfil, şarabî karanfil, pembe ördek ağzı, beyaz ebegümeci, yer çiçeği, kırmızı mine, bordo nakışlı sarı kadife…”

Her ismin bir ruhu vardı onun için. Nazan Bekiroğlu Ateşle İsim Arasında adlı eserinde “Önce isim vardı.” diyor. İsmi olmadıkça bir şeyin kendisini tanımak mümkün değildi. Refik Halit, “Beğenmek, çok defa aşk sanılan alevli heyecanlardan sönük fakat daha dayanıklı bir iç ışığıdır. Onun da kendine göre zevkli bir sıcaklığı vardır.” der ama beğenmek daha çok dışa dönüklüğü ima eden bir duygu. Hayranlıkla doğrudan teması yok.

Geldiğim ilk günden beri bu iklimin hem hayranı olduğum hem bana derin bir sıcaklık yaşatan başka bir özelliği daha vardı: Tarih ve vatan kokusu… Tanpınar bu duyguyu Beş Şehir’de şöyle ifade ediyor: “Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içerisinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum.”

Yenişehir’de tanıdığım tatlı insanlardan biri Yusuf ağabeydi. Yusuf Ağabey Yenişehir eşrafından hali vakti yerinde bir ailenin büyük oğluydu. Yüzünde daimî bir tebessüm, bakışlarında bir sıcaklık vardı. Kısa zamanda dostluğumuz ilerledi. Dükkânı sürekli uğrak yerim, kendisi sohbet refîkim oldu. Evi dükkânının üst katındaydı. Gönlü de hanesi de açık bir insandı. Bir ramazan akşamı haber vermeden evinin kapısını çaldım. Sofrada yengeyle başbaşa iftar vaktini bekliyorlarmış. “Ağabey, bugün iftar sofranıza konuğum.” dedim. Bu teklifsiz halim çok hoşlarına gitti. Yıllar sonra bile beni gördüğü zaman o iftar sofrasını anar, “O ramazan akşamı var ya! Onu yengenle hala anıyoruz. Ne güzel bir akşamdı!” derdi.

Bir ikindi vakti Yusuf ağabeye uğradım. “Hocam” diye hitab ederdi bana. Tütün tiryakisiydi. Bana da bir tane sardı. Çaylarımız geldi. Hocam, diyerek başlardı sormaya. Yusuf ağabeyin bana sorduğu sorular manevî konularla ilgiliydi. Halbuki sosyal demokrat bir aileydiler. Yengenin asrî bir hayat tarzı vardı. Samimiyetimize binaen aramızda şöyle bir muhâvere geçti:

-Ağabeyciğim, manevî çabanızla hayat tarzınız arasında bir farklılık görüyorum. Bu iki yönü nasıl bağdaştırıyorsun?

Yeşil gözleri derinleşti. Biraz mütebessim, biraz buruk bir yüzle şunları anlattı:

-Gençliğimde böyle kaygılarım yoktu. Başımda kavak yelleri esiyordu. Askerden terhis olunca bizimkiler beni evlendirmek istediler. “Sevdiğin kız var mı?” dediler. Yok, dedim. “O zaman dükkânın kapısında dur. Bir kız beğen, isteyelim.” dediler. Bir iki hafta gelene gidene baktım. Her gördüğüm hoşuma gidiyordu. Birini alın, dedim. Yengeni beğenmişler. Babası Yenişehir’e İzmir’den gelmiş bir memur çocuğuydu. Evlendik. Tabii, zamanla hayatın muhasebesini yapmaya başladım. Dünyaya niçin geldiğimi, rabbımızın huzurunda nasıl hesap vereceğimi düşünmeye başladım. Sohbet meclislerine gidip geldikçe değişmeye başladım ama hanım değişmedi. Onunla konuşuyorum. Sorumluluğunu kabul ediyor, yerine getirmiyor. Hesabını rabbına kendisi verecek. Dünyayı helal dairesinde, kirlenmeden, temiz yaşamak mümkün. Kirlensek de tövbe kapısı açık. Temizlenir, yine temiz yaşarız. Bak, şu duvarda resmini gördüğün adam dedem Müderris Necib Efendi. Üsküp’ten göçmüş. Önce Lüleburgaz’a gelmiş. Harpler görmüş, facialar yaşamış bir neslin mensubudur.

Yusuf ağabeyi dinlerken duvardaki resme baktım. Yıllar sonra Rumeli’den Anadolu’ya, Şâr Dağı’ndan Uludağ’a uzanan bir öykünün tanığı oluyordum. Necib Efendi kendi kuşağının diğer fertleri gibi geçmişiyle beraber rüyalarını, ümitlerini de bu topraklara taşıyan bir can damlasıydı. Bir damla daha bulup büyümek, çoğalmak, akmak ister. Lüleburgaz’da gönlünün bütün denizlerini kendine açan Safiye Hanımı görünce sırtındaki geçmiş zaman elbisesinin üzerine geleceğe adanan ümit dolu, yeşeren bir zamanı giyinir. Evlenip Bursa’ya gelirler. Yenişehir’e yerleşirler. Safiye Hanım onun sinesinde sakladığı som altından bir gerdanlık, nezâhet ve zarafetse asâletinin üzerindeki mevzûn mücevherlerdir.

Safiye Hanım Yenişehir’de kör ve meflûc[2] bir ûdîden ûd meşk eder. Billûr bir sürâhiyi andıran bu nev edâ, bir fıskiye gibi doldurur evinin haremini, sofasını, selamlığını. Teheccüd vakti kalkar yatağından. Necib Efendi’nin tütününü sarar, tabakasını hazırlar. Konukları geldiği vakit sorar:

-Kızanım, hanımeli mi sarayım, normal mi?

Tütün kâğıdının ağza gelecek kısmını azcık yırtar, yapıştırmaz. İçen kendi diliyle ıslatıp yapıştırır. Kendi eliyle kavurmadığı kahveyi kimseye içirmez. El değirmeninde sayılarına göre çektiği kahveyi mangalda pişirip konuklarına taze taze ikram eder.

Necib Efendi her sabah Çınarlı Camisi’nde kıldığı sabah namazından sonra evine gelir. Hafif bir kahvaltıdan sonra demlenmeye başlar. Safiye Hanımın mızrabı bir ûdun tellerine dokunur, bir de Necib Efendi’nin gönlüne.

Solsan da sararsan da o gül pembe dehensin

Rabbın bana bir nimeti varsa o da sensin

1960’lı yılların Yenişehir’inde mahremiyetin ipek atlası henüz parçalanmamıştır. Kendilerini birbirlerine âmâde kılan bu nur heykellerinin sadâları kendi mahremiyetlerinde yükselirken uykusundan onların sıcaklığıyla uyanan Yusuf ağabey henüz beş altı yaşlarındadır. Her sabah büyük babasıyla haminnesinin muhabbetine tanık olur. Altmış yaşında Necib dedeyle elli yaşındaki Safiye nine yoksuldurlar ama hayatı hem dolu dolu hem temiz yaşarlar.

Yaz günleri onlara bin bir zorlukla harmanlanan yeşilin çerçevelediği bir bereket mevsimi olarak güze doğru bir kavis çizerken kış geceleri sabrın sonunu perçinleyen bir mutluluk sediri olur. Onlar bu fanilik mahfiline yıldızlardan getirilmiş münzevi aydınlıklardır. İçerde şefkat ve muhabbetle besleyip büyüttükleri huzur kelebekleri, dışarda kar yağmaktadır. Dudaklarındaki tebessümlerinden ışıltılı hayatlarına dökülen gümüş bir çağlayan torunlarının muhayyilesinde çocuk dünyasının en derin anılarından birine dönüşecektir. Onların yaşadıkları şey büyük babanın kâinatında haminnenin parmaklarından dökülen bir rüyadır. O iklimde zaman mahmur bir bülbül, ufuklar güle döner. Gönül sofrasının tadı tuzu bir damla can, bir damla canandır.
 


[1]  Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârisi I, s. 209-210 

[2] Felç olmuş.