Umuda yolculuk bir yağmur damlası olarak toprağa düşmek, bir vuslat imkânı olarak yola düşmek, bir muhabbet tohumu olarak kalbe düşmektir. Kâmil insanın kalbine… Zira kâmil insan yolumuza düşürülen ışık, ışıktan bir ipçik, bir umuttur.

İşaret olup yol gösterir bize. Umudun cılızlığına bakmıyoruz. Zira bütün gücü cılızlığındadır. Kendisine sarılana “Bana değil beni sana uzatana güven.” der.

Umutla beklenti arasında fark vardır. Umuttaki kavuşma ışığı beklentide yoktur. Beklenti dayanıksızdır. Umutsa insanî yanımızdır, hayalimiz değil niyazımızdır. Bencil tatmin aralıkları ve zalim bir tek yanlılıktan ibaret olunca insanî ilişkiler umut ve niyaz olmaktan çıkar, hırs ve beklentiye dönüşür. Hırs da beklenti de yorar insanı.

Hiçbir şey beklemeden, sevgiliyi hayalde bile çekelemeden, rahat bırakarak sevmek bir sufi kemalidir. Hakk’ı hiçbir şey beklemeden, istemeden sevmek… Bu kemal beklentisiz ama umutla sevmenin ahengini bulanlar için mümkündür. Başka bir deyişle aşk ancak kâmil insanla yaşanır. Şems ya da Mevlana aramakla bulunan insan değil yanık gönüllere düşürülen rahmet yağmurudur.  

Göğün ve aşkın aynaya ve konuşmaya ihtiyacı var. Aşk yağmak, akmak, ışık saçmak, yaşamsa konuşmaktır. Kimse yoksa aşık kendi kendine konuşur. Aşık, “Sevdiğimi söylemez isem sevmek derdi beni boğar” der. Aşkın halden bilene, hali okuyabilene, halden anlayabilene ihtiyacı var. Aynasını kaybeden insanın marifeti olmaz. Zira ayna etten, kemikten ibaret bir insan değildir.

Onu kendimizde bulabiliriz. Aklen, hissen bulduğumuz kendilik ona bir kapıdır. Onun âlemlere rahmet olmasının bir manası da akla, duyulara açılmasıdır. Hem sırrî hem ruhanî hem beşerî yönleri olduğu için kamil insan gerçek varlıkla vicdan arasında, Hakk’la halk arasında, bilinmezlikle bilinirlik arasında, kendilikle ben arasında bir rahmettir. Yoksa mutlak gerçeklik akılla da duyularla da anlaşılmaz.

Bu meseleyi idrak ettiğimiz anda Muhammedî hakikat yardımımıza gelmiş demektir. O vakit Resûl-i Ekrem aleyhi ekmelü’t-tehâyâ Efendimizin “âlemlere rahmet” unvanını niçin aldığını tam anlarız. Mübarek ismi anılınca öteden beri elimizi sinemize kaldırmamız manası unutulmuş bir edeb alametidir. Sanki bu el iradenin dışında “Dışarıda arama, iş sendedir.” der. İşte o rahmetle kendimizdeki âlemleri tesbit edebilir, onlara tanık olabiliriz. Akılla ya da duyularla dokunduğumuz, anladığımız ancak Kerîm zatın bizim üzerimizden zuhurudur.

Biz Hakk’ın varlığına değil zuhuruna arif olabiliriz.  Bütün sır ezel ve ebedin kendisinde dürüldüğü bu gizli noktada… Bundan dolayı zahirde kıbleye yönelerek Allahu Ekber derken derûnumuzdaki gerçeğe yönelerek “Allah” der ne kıbleyi ne kendimizi ilahlaştırırız. Hepsi de Hakk’ın işaretleridir.

Kâmil insanın aynasından gönlümüze yansıyan ışık mercek odağı gibidir. “Ben”i bir noktada yakıp kavurur. O vakit içimizde varlığını hissettiren yangını sürekli yaşarız. Zira en az sevdiğimiz kadar sevilmek, bildiğimiz kadar bilinmek istiyoruz. Kâmil insan ise bize şöyle seslenir:

“İnsan nisyanla isyana düşer. Allah’ı unutana kendisi unutturulur. Sevildiğin kadar sevebilir, bilindiğin kadar bilebilirsin ama ben sana tüccarlığı terk etmeni tavsiye ederim. Kendini karşılıksız sevmeye hazırla. Aşk aramakla değil adanmakla başlar. Hakk’ın yolundan başka yol, Habîb-i Kibriya’sına uymaktan başka çare yoktur.”

Aşk aynanın zahir değil mazhar olduğunu sanarak aynaya sarılmak değil aynanın gösterdiği gerçeğe koşmaktır. Aşk aynaya kurban olmak değil “Ayna, kurban olayım seni tutan ellere” diyebilmektir. Gerçek aşkla mecazi aşk arasında belirgin bir fark var. Gerçek aşkın meyvesi önce, çilesi sonradır, mecazi aşkın çilesi önce, meyvesi sonradır. Biri denizde damlayı, biri damlada denizi gösterir. Bu nedenle tek başına “aşk” denilince her zaman gerçeği kastedilir.

Aşk kevser ırmağında saki olan yardan bir cura içme, Şems’in dizlerinde onun yüzüne bakmaya doyamadan can verme iştiyakıdır. Biz ise aşkla acz arasında çırpınan çöl kuşlarıyız. Gözden silinmek, gölgemizi bırakmak üzereyiz. Seviliyorsak bize yokluk yoktur. Zira gözden kaybolan gönülde belirir. Gerçeğe doğru yürürken hem içimizde külçelenen umudu yüklenen derin bir zamanı solur hem her parıltıda lemyezeli[1] görüp ismini canan okuruz.

Aşk hesap işi değildir. Hesap işi olmadığı için hesapta olmayan biriyle açılır o kapı. Yaşayıp doyduğumuzu sandığımız bu arzu bizi dipsiz bir karanlıkta bekler. Bu muamma aynamızı tanıyıncaya kadar sürer. Onun varlığını hissedince içimizdeki mangalın korları soluk alır. Böylece bir mağaradan çıkan insanın ışığa alışkın olmayan gözlerini ovalaması gibi bir süre gönül gözümüzü ovalarız. Gönül gözümüz açılınca bizi ruhumuzun çöllerinde suya koşturacak deli dolu bir kısrağa ya da bizi susadığımız aşk denizine daldıracak bir Şems’in sürekli derinleşen cazibesine yakalanırız. Zira Şems aşkın ışıklarından bir parıltı, aşk denizinin dalgalarından bir dalgadır. Gönlümüze bir ateş düşürerek kaybolur.

Aşkı yaşama iştiyakını gönlümüze kim düşürürse aşk aynamız odur. Yaşadığımız can verme arzusu kimi tanıdıktan sonra canlanma arzusuyla birleşiyorsa aşk aynamız odur. Kendisinde ölüp sevgilide dirilenlerin mecrasında ölümden de ötesine kavuşma arzusuyla ölüp ölüp diriliyorsak, ölürken aşk öldürür hükmünün, dirilirken aşk diriltir hükmünün mahkumuyuz demektir. Her iki hükmün fermanı da aşk sultanının elindedir.
-----------------------------------------
[1] “Lem” geçmiş zamana delalet eder. “Başlangıcı olmayan” anlamını verir. “lâ” ise gelecek zamana delalet eder. “Sonu olmayan” anlamını verir.