Kalb ve akıl birbirinden bağımsız alanlar değildir. Düşünen kalbe akıl, anlayan akla kalb diyoruz. Başka bir deyişle, akıl-kalb ilişkisini fikir yönünden kurarsak bu birliğin adı akıl, vahyi kabul edişi bakımından kurarsak kalb olur. Akletme fikirle, kalb vahiyle ilgilidir. Vahiy, fikir bağlarından kurtararak aklı kâbil[1] hale getirir. Gerçeği ona sunarak onun anlamasını, idrak etmesini kolaylaştırır. Aksi durumda akıl gerçeği kendisi arayıp bulmak zorundadır.

Burada düşünen akıl ve anlayan akıldan söz ediyoruz. Akıl kapısı düşünme yönüyle dar, anlama yönüyle geniş bir kapıdır. Düşünen akıl gerçeği bulmaya çalışan akılken anlayan akıl kendisine gerçeğin yaklaştığı akıldır. İlk tavra sülûk, ikinci tavra cezbe diyoruz.  

Nebilerin yolu cezbe, ashabın yolu yansıma, sufilerin yolu genellikle sülûktur. Zira ashabın birçoğu emîn bir kimse aramadılar. Gerçeğin aynası onlara içlerinden gönderilen emîn bir kimseydi. Kendilerine onun hali sirayet etti. Ne cezbeye ne sülûka muhtaç oldular. Ona inandılar ve “Muhammed emîn bir kimsedir, o yalan söylemez.” diyerek sözlerine sadakat gösterdiler. Sâdık doğrulayan, sıddık en çok doğrulayan demektir. Onlar için sıdkın eş anlamlısı aşktı, paylarına düşen de ilimde isbat değil imanda yakîn, aşkta sadakat oldu.

Ashabın az bir kısmı vahdaniyetin yani Hakk’ın birliğinin alametlerini avam düzeyinde düşünerek gerçeğe yaklaştılar. Çünkü tefekkür onlarda derin soyutlamaları gerektirmiyordu. En çok gelişen yanları şiirdi. Şiir de manayı soyutlayarak değil sembollerle somutlayarak anlatıyordu.

Arapların en büyük şairleri 6. yüzyılda yaşayan İmrü’l-Kays’tır. Dolayısıyla onların hem şiirde uzun bir geçmişleri hem soyutlamaya dayanan teorik bir alt yapıları yoktur. Birkaç tüccar dışında sayı saymasını bilmezler. Devlet olamadıkları için devlet ve maliye gelenekleri yoktur. Mesela Hazret-i Ebubekir nebide görmediği için Kur’anı kerimin Mushaf olarak toplatılmasına, Hazret-i Ömer nebide görmediği için donanma yapılmasına karşı çıktı. Mizaçları ve zihnî imkanları onlarda aşk ve sıdkı öne çıkardı. Bu ümmilikleri Arap olmayan toplulukların Müslüman olmasına kadar sürdü.

Araplara benzemeyen İranlılarda Zerdüşt öğretilerinden etkilenen felsefî bir gelenek vardı. Bu gelenek İranlıların, ehl-i beyt şiiliğini dönüştürerek farklı bir İslam yorumunu ortaya koymalarını kolaylaştırdı. İslam’ı fakih ya da kelamcılardan değil sufilerden öğrenen Türkler Araplar gibi inanıp İranlılar gibi konuştular. Zira Sufiler itikatta Sünnî, silsilede Alevî idiler. Bu nedenle itikatta Sünnî, edebiyatta Alevî olan bir yaşama biçimi ortaya koydular. Fikir ve zan yolunda yürümediler. Sıdk ve aşkı öne çıkararak kendilerine doğru haberde nebinin varisleri gördükleri Yesevî Atalarını, Mevlevî Dedelerini, Bektaşî Babalarını delil ettiler. Şirk musibetinden ilim ve amelle değil aşkın şiddetiyle korundular. Ancak bu yolun bir riski vardır. Aşkı nakıs bir insanda yaşamak zordur. Aşkın kemali kâmil insanla yaşanır. Bu nedenle önderleri kâmil olunca yükseldiler, alçak olunca alçaldılar.

Aşk kâmil insan denilen cemal aynasıyla kalbe düşürülen bir celal ateşidir. O ateş Hakk’a rağbet emekten başka her arzuyu yakıp yok eder. Bu hal meveddettir, seven sevilir sırrıdır. Rabb’ımız meveddet ayetini Meryem sûresinde zikreder. Manidar değil mi? Bütün varoluşunu kendisine adayan bir kadının adıyla andığı sûrede.

Rabb’ımız şöyle buyurur: “Rahmân, îmân edip sâlih amel işleyenlere vuddu -sevip sevilmeyi- kılacak, var edecektir.”[2] âyet-i kerîmesi ilahî sevgiye ayna olan meveddet ehlini anlatır.” Kendisinden çok Rabb’ını sevmeyen kişi aşkı yaşayamaz. Bu dersin talimgahı dünyadır. Gönlümüze bir ateş mi düştü? Ayna görevini gördü demektir. O ateşi soğutmamalıyız. Zira nimet üzerindeyiz demektir. Aşk bir nimettir, şükrü aynaya değil aynanın gösterdiğine koşmaktır.
 


[1] Kabul eden.

[2] Meryem, 96.