Thomas Hobbes; 17. Yüzyılda yaşamış bir İngiliz Mutlakiyetçi düşünürdür. 17. Yüzyılın Avrupa adına önemi şudur, bu zamanlarda yaklaşık beşinci yüzyıldan beri süregelen kilise dogması artık kırılmaya başlamıştır. Ancak bu dogma, pek çok farklı şehirde tezahür etmiştir. Avrupa; Antik Yunan’ın, Roma’nın ve Katoliklerin paradigmalarının baskısı altındaydı. Yaklaşık on yüzyıldır süren bu süreç, en çok Avrupalı düşünürleri ve kralları bıktırmıştı zira attıkları her adımda yüzyıllar önceki bir gelenek yahut Vatikan’daki Papalık kurumu onların reformlarını engelliyordu yani ortada hür bir kraldan söz etmek çok zordu. Bu duruma karşı ilk isyan ateşi, Luther’in Wittenberg’teki kapıya astığı 95 Tez ile başlamış oldu. Ardından bu reform bütün Avrupa’ya yayıldı. Böylelikle günümüz Avrupa Medeniyetinin sınırları, mezhepsel farklılıkları ve düşünce şekilleri biçimlendi. Avrupa’nın 17. Yüzyılda içinde bulunduğu teolojik-politik curcunayı kısaca özetleyebildiğimi düşünüyorum.

İşte tam da böyle bir ortamda, mutlak bir kraldan da söz etmek çok zordu zira kralın gücü pek çok farklı kurumca rızası haricinde kullanılıyor böylelikle bölünüyordu. Hal böyle olunca çağın sonuçlarından birisi de İngiliz İç Savaşı oldu, Thomas Hobbes’ta bu iç savaş sürecinde en önemli eserini yani Leviathan’ı yazdı. Leviathan elbette pek farklı şekilde okunabilir ve yorumlanabilir fakat biz bugün onu İslâm Tarihi perspektifinden yorumlayacağız.

Hobbes’un Leviathan adlı eserinin özünde bir idealizm eleştirisi yatmaktadır. İngiliz Politik Tarihçi Lain Hampsher Monk’un tabiriyle bu eser, “son derece güçlü hükümdarlar olmadan da yaşanabileceğini savunan” kimselere karşı bir eleştiriydi. 5. Yüzyıldan 15 Yüzyıla kadar ne Avrupa’da ne de Antik Yunan’da bu düşünceyi savunan kimseyi kolay kolay bulamazsınız. Hobbes’un idealist düşünürlere karşı savaştığı açık ve net ancak şu yahut bu idealistler demek çok zor gözüküyor. Hobbes’un doğrudan kime hücum ettiği ise malûm gibi duruyor: Takriben 13. Yüzyılda güneş gibi aydınlık meşalesi sönen İdealist Müslümanlar.

Avrupa’da 17. Yüzyılın bir diğer özelliği; Endülüs’ten ve Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya akan İslâm Felsefesi eserlerinin varlığıdır. Bu yüzyılda Avrupa nihayet Doğu’nun Altın Çağı’nın eserlerine erişebilmiş ve onlara sirayet edebilmişti. Bugün çok konuşulmasa dahi 16-17 ve 18. Yüzyılların eserlerinde İslâm Felsefesinin etkisinden kurtulma ve onun doğrularını-ortaya koyduğu argümanlara karşı sistemli, ketum ancak ciddi bir mücadele yürütülmüştür. Bu organize mücadelenin ilk fitilini Floransalı Machiavelli yakmıştır. Machiavelli, Sicilya gibi önemli bir Müslüman toprağına yakın bir yerde yaşamasından mütevellit muhtemelen kaynaklara erişebiliyordu, ardından onu Spinoza gibi isimler takip etmiştir. Bu düşünürler, Batı’yı Doğu’nun idealizminden kurtarmak için bir çaba göstermiş ve mekanik bir kıta yaratmıştır. Onlardan yaklaşık dört yüzyıl sonra da Martin Heidegger, bu mekanik kıtanın yaptığı hataları ve kara lekelerle dolu tarihini gözler önüne serecektir.

Peki, Hobbes’un yahut diğerlerinin; İbn Rüşd, Sina ve Farabi gibi diğer düşünürlerle nasıl bir problemi vardı? Soruyu daha net bir şekilde çevirmek gerekirse, bizim İslâm Filozoflarımız neyi savunmuştu da koca bir kıta koşar ayak bizim düşünürlerimizden uzaklaşmıştı? Cevap basit: Bizim düşünürlerimiz insanlıkla terbiye olmuştu.

Farabi, insanların erdemli olabileceği ve kendi kendilerini yönetebilecekleri bir demokrasi arzusu içerisindeydi. Her dinin birbirine karşı olan karşılıklı sevgisine ve saygısına inanıyordu ve geleceğe dair umutla doluydu. İbn Rüşd, bireysel adaletin egemen olduğunu hür bir kent idealine sahipti ve insanların iyi bir yönetime katı yasalar haricinde, bütünüyle kendi iradeleriyle ulaşılabileceğini düşünüyordu. İbn Bacce, birbirlerine gönülden sevgiyle bağlanmış bir topluluğun hâkimlere ihtiyaç duymadığına inanıyordu. Bütün bu düşünürler böylelikle, insanın gönlündeki en güzel kurumlara ve erdemlere inanıyor, onlara güveniyordu.

Doğu’nun düşüşünün ardından bilginin aktarımıyla Batılılar bu kitapları okudular; Rüşd’e Averroes, Farabi’ye Alpharabius, İbn Bacce’ye ise Avempace dediler. Ardından hızlıca bu düşünürlerden uzaklaştılar zira insana bu denli güvenmek, sevmek ve geleceğe dair ümitle dolu olmak ancak yüreğindeki derin kökleri koruyanlara mahsus bir iştir. Hobbes, bu isimleri doğrudan okudu mu okumadı mı bilemeyiz ki muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak onun içerisinde bulunduğu kıta, bu İslâm Düşünürlerinin şevkle savunduğu sevginin, ahlakın ve edebin değerini kavrayamadılar. Muhtemelen de asla kavrayamayacaklar zira onlar geleceğe dair ümitten noksandır.

ALİ KURNAZ-İNEGÖL HALİL İNALCIK SOSYAL BİLİMLER LİSESİ ÖĞRENCİSİ