Yıllar öncesinden başımdan geçen bir anımı sizlerle paylaşmak isterim. Edirne’de Trakya Üniversitesi Edirne Eğitim Fakültesi, Sınıf öğretmenliği son sınıftayım. Final haftasındayız. Bankada yaşanan bir aksilikten evden gelmesi gereken param gelmemişti. Cebimde tabiri caizse bir atımlık barutum var derler ya. Tam olarak o durumdayım.

     Çorbanın, yemeğin az, ekmeğin bol bol yenildiği günlerdi. İşin doğrusu gittiğimiz birkaç lokanta da durumu bilirler, bizleri idare ederlerdi işte. O dönem üniversite okuyanlar bilir. Şimdi nasıl gerçekten bilmiyorum. Cep telefonu falan yok. Jetonla PTT önünden evlerin arandığı günler.

     Neyse, lafı uzatmadan, az çorba, nohutlu az pilav yiyeceğim işte. Ekmek sepette zaten. Ye yiyebildiğin kadar. Param yarın yatacakmış. Son barut hakkımı kullanıyorum. Girdim lokantaya. Lokanta sahibi tanır, bilir, sürekli gittiğim yer. Selam sabah zaten ne yiyeceğim belli… İkindi vakti. Lokanta da ki içerdeki on masadan yedi, sekizi dolu. Dışarda ki masalarda ha keza.

     Oturdum. Önümdeki masada bir adam ve iki çocuğu var. Biri kız, biri erkek. Yedi sekiz yaşlarında. Sonra masama sırtı o baba ve çocuklarına gelecek şekilde bir adam oturdu... Selamlaştık. Nerelisin falan birkaç soru derken benim yemek geldi. O sırada arka masadan gelen fısıltılı konuşma, masamdaki adam (İsmi Ali) Ali Abi ile kulak misafiri olduk istemeden. Çocuklar yemek istiyorlar. Masa da tek bir çorba kasesi, iki kaşık. O çorbada çocukların önünde. Adam çocuklarına üzgün olduğunu, başka parası olmadığını usulca söylüyor. Ses tonu o kadar içli geliyordu ki. Çocuklar da belli ki aç. Ne anlasın yavrucaklar yokluktan.

     Yemin ediyorum yediklerim boğazıma düğümlendi. Kalakaldım öyle. Az önce duysa idim cebimdeki son param kadar onlara yemek ısmarlar giderdim. Yurtta odamda birkaç atımlık şeyim vardı nasılsa. Ben öyle düşüncelere dalmışken, Ali abi birden ayağa kalktı; “Mustafa Şefim, bugün benim evlilik yıldönümüm. Herkes ne ister yer içerse, bugün hesap bende. Müşterinden para almayacaksın” dedi. Beni göstererek de “Bu genç arkadaşımızla bize, ciğer filan getir işte, donat masayı.” Dedi. Oturdu.  

     Tam ben bir şeyler söyleyecektim ki, Ali abi sus işareti yaptı. Mustafa abiyi de çok iyi tanırım. O da farklı davranıyor, bakıyor falan. Anlamadım. Neyse ön masadaki çocuklara ve babasına başta olmak üzere her masaya servisler açıldı yemekler falan. Bizde meşhur Edirne ciğerimizi yedik. Hiç konuşmadık Ali abiyle. Afiyet olsun diyerek kalktı. Çıktı, gitti. Hesap filanda ödemedi. Şaşırdım tabi ki. Dur diyen, falanda yok. Önümdeki masadaki baba ve çocukları zaten yemeklerini yiyerek hesap ödemeden gitmişlerdi.

     Ben öylece kaldım masada. Lokanta boşalmıştı zaten. Mustafa abiyle göz göze geldik bir an. Elinde iki bardak çayla geldi az sonra. Masaya oturdu. Ben şaşkınca sordum tabi ki; “Abi, kim bu Ali abi, ya?” “Şu ön masada…” Mustafa abi, sözümü kesti. Ne soracağımı çok iyi biliyordu sanki. Ve konuşmaya başladı; “Evlat, Ali benim, çocukluk arkadaşım.” Dedi. “Ali’nin işleri çok iyiydi. Gümrükten mal çekip satıyordu. Bundan tam on yıl önce, tam da bugün bir trafik kazası geçirdi. Eşini ve biri kız, biri erkek iki evladını kaybetti. Kendi de kazada ağır yaralandı. Kendine gelip kayıplarını öğrenince ağır travma geçirdi. Bakırköy’de yattı bir süre. Her şeye küstü işte.” Devam etti. “Şimdilerde yavaş yavaş toparlıyor. Bizde, hep destekçiyiz ona. O baba ve çocuklarını bende fark ettim. Ali bana, ben Ali’ye işaret ettim. Direk devreye girsem, yanlış olurdu. Bizim bir gönül dilimiz var onunla aramızda. Paslaştık, paylaştık işte.”

     O an bir garip oldum. O zaman pek de anlamamıştım galiba. Tüm sorularımı yuttum. Hemen elime cebime atıp olan para mı çıkardım. Vermek istedim. “Abi, o zaman benim ücreti al. Kalanı da yarın getiririm.” Dedim.

     Kaşlarını çatıp babacan bir tavırla güldü ve;

     “Sen Allah’tan daha mı zenginsin ki bre. Hayrıma karışırsın. Ben, biz para değil insan biriktirmek için yaşıyoruz, evlat… Afiyet olsun.”

Bekir AYDOĞAN