Ali Kurnaz yazdı

19. Yüzyıla kadar Devlet Yönetimi, bu yüzyıldan sonra da Devlet Sisteminin genişlemesi ve büyümesiyle “Kamu Yönetimi” form değiştirmesine rağmen kökenleri pek eskiye dayanmaktadır zira devletler kurulduğundan beri bu kurumun gücü fark edilmiş, bu güce nasıl sahip olunabileceği ve nasıl yönetilebileceğine dair görüşler sunulmuştur.

 Sümer Tabletlerinde, Gılgamış Destanında ve Hititlerde devlet yönetimi ve yönetici sorunsalı gerek iktisadî gerek sosyal problemlerle beraber işlenmiştir.Bu serüvende her daim konuşulmuş bir konu daha vardır: halkın “neye” göre yönetileceği. Bu soruya dair iki cevap her daim antik literatürde konuşulmuştur; ilki, adalet; ikincisi ise adetlerdir.

Gerek İbn Rüşd’ün Siyasete Dair Temel Bilgilerinde gerek Machiavelli’nin Prens’inde hükümdarın halkı yönetirken halkın adetlerini ve kendisini tanımak mecburiyetindedir. Hatta İbn Rüşd, milletlerin kişisel özelliklerini açıklamış ve halklara bu yolda öğütler vermiştir. İbn Haldun ise Mukaddime adlı eserinde “halkların benliklerine riayet ederek” Ümran İlmini oluşturmuştur. Haldun’un bu sosyolojisi, hem siyaset hem de sosyoloji literatüründe devlet-toplum-yönetici üçgenine yeni bir perspektif kazandırmıştır. 

Fransız İhtilaline dek de literatür, İslâm Filozoflarının oluşturduğu ve geliştirdiği bu tartışma bağlamında devam etmiştir zira Batı’nın düşünürleri bu devrime dek devletin kökenine dair soruşturma içerisindeydi. Fakat Spinoza’nın “Politik İncelemesiyle” birlikte “Kamu Adamı” portresi sertçe filozof-kral sisteminden ayrıldı ve siyaset biliminin ilk adımları atıldı. Bu örnek, İhtilal Öncesindeki tartışmaların son örneği olması hasebiyle önem arz etmektedir.  Fransız İhtilali ile birlikte tartışmalar artık ulus devlet, imparatorluklar ve sömürge bağlamında gelişmeye başlamıştır.

İhtilalden sonra, Marx’ın ve Hegel’in de etkisiyle Siyaset Felsefesi yavaşça yerini Siyaset Bilimine ve İktisada bırakıyordu. Bu disiplinler de köklerindeki tartışmaları unutmayarak yoluna devam ettiler ve “nasıl yöneteceğiz?” sorusunu içlerinde barındırdılar. Soğuk Savaşa kadar bu sorun birincil öncelik olmasa dahi hatırı sayılır bir biçimde önemli bir soruydu.

Fakat Soğuk Savaşın bitişiyle de beraber “Kamu Adamı” küreselleşen dünyada önemini yitiren bir kavram haline gelmiştir. Sovyetlerin ve Komünist Çin’in ideolojilerinden ötürü halk komiserleri, diplomatları ve bürokratları bu literatürü ve araştırma alanını canlı tutuyordu fakat Sovyetlerin yıkılışı, Çin’in ekonomik bir liberalleşmeye gitmesi bu tartışmaları söndürdü. Günümüzde Siyaset Bilimi tartışmaları daha çok dijitalleşmekte ve ekonomikleşmektedir. Siyaset Bilimi günümüzde daha çok dijital dünyadaki devlet, dezenformasyon ve ekonomik sorunsallarla ilgilenmektedir. Kamu Adamı ve Kamu, artık Siyaset Bilimi için eskimiş tartışmalardır.

Fakat bu tabunun ve yanılgının yıkılması gerekmektedir, bu davranış Kamuyu yok saymaktır ve var olan bir şeyin yok sayılması kötü sonuçları doğuracaktır. O yüzden biz bugün göç konusunu dile getireceğiz. İnsan eylemi şüphesiz ki tahmin edilemez ve belirlenimler koyulamaz, şayet böyle olsaydı bütünüyle merkeziyetçi bir ekonomi asla aksamazdı fakat elimizde Sovyet örneği apaçık kötü bir örnek olarak durmaktadır.

Fakat şahsen, belli ulusların topluluk halinde gösterdiği bazı kilit hareketlerin olduğu kanısındayım. Farsların ulusal bilinçleri ve ellerine geçen şeyleri kendileştirmeleri ve Doğululaştırmaları ve Türklerin organizasyon becerileri ve savaş durumunda topyekûn savaş becerileri bu örneklerden bir kaçıdır.Tıpkı uluslar için olduğu gibi bir ulusun yöreleri, beldeleri içinde bu durum geçerliliğini korumaktadır. Her yöre halkının asabiyetleri, devlete itaatleri ve okumuşluk düzeyi başlarındaki kamu yönetimcinin iskânlarını etkileyen bir kuvvettir.

Fakat günümüzde bütün kentlerimiz bir yöre ipliğine dönmüştür. Halkın her bir kesimi kamu eylemlerine farklı cevaplar vermekte, tek bir görüşte olamamakta ve birbirlerine yeri gelince kin bile gütmektedirler.Bu demek değildir ki, halkın farklı görüşlerde olması kötü bir durumdur; kötü olan şey, cenahların dünya görüşlerinden sıyrılamayıp ancak kentin ve ailelerinin refahlarını düşünememeleridir.

Böylece, kamu yönetimcileri şehrin tarihinde olanlardan gelecek için anlamlar da çıkaramamaktadır zira tarih kitaplarındaki halk ile yönettiği halk arasında bir fark vardır ve göç vasıtasıyla o kent artık bu kent değildir. Bu da haliyle artık kamu için bir problem olmakta, yönetici ile yönetilen kesimi arasındaki farklı iyice açmaktadır.

Peki, bu problem çözülebilir mi? Herkesi tekrardan memleketlerine döndürmek şüphesiz ki imkânsız bir durumdur. O halde, kentlerde yöreler üstü bir bilinç elde edilmeli, kamusal ve ekonomik bilinç kazanılmalıdır ve bu bireylerin kendi sorumluluklarıdır. Yani bir kent, içinde onlarca farklı yöre bulundursa da, bütün o insanlar o kentli olmalı, refahı gözetmelidir. Böylelikle problemlerimiz büyük oranda çözülecektir.

ALİ KURNAZ- HALİL İNALCIK SOSYAL BİLİMLER LİSESİ ÖĞRENCİSİ