Maide Suresinin 82. Ayeti bence yüzyıllar sonra bile konuşulacaktır zira Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki çekişmeler, ilişkiler ve itişmeler hep vardı ve olmaya da devam edecek. Aslında bu ihtilaf, medeniyetler tarihinin geleceğini anlamak için bize önemli bir araştırma sahası açmaktadır. Tebük Seferinden Mute Muharebesine kadar uzanan bu köklü ihtilaf hakkında Kur’an’ın en açık olduğu ayet belki de bu ayettir. Günümüzde sosyal bilimler; diplomasiyi de siyaset bilimini de bir medeniyetler çatışması olarak okumayı tercih ediyorsa kutsal kitabımızda bu çatışmayı incelemek bizim vazifemiz gibi görünmektedir.
“…İnananlara sevgice en yakınları da "Biz Hristiyanız," diyenleri bulursun. Çünkü onlar arasında büyüklük taslamayan papazlar ve rahipler var. (Maide Sûresi (5): 82).”
Öncelikle bu ayetin İslâm Düşünce Tarihindeki konumu çok mühim. Hallac-ı Mansur, Farabi ve İbn Rüşd gibi çokça ismin mirasından anladığımız üzere onlar diğer dinlere karşı olan saygıya olan değeri vurgulamıştı ve hakikatin şekille değil özle-eylemle olduğuna inanıyorlardı.
Farabi ve Rüşd; Erdemli Kentin varlığını bu bakımdan evrensel bir hale getirmişlerdi. Bu ender rastlanan bir meseleydi zira Gazzali ve Abdirabbih gibi çağdaşları kentlerinin kökenine doğrudan yaygın İslâm düşüncelerini koymuşlardı. Buna mukabil Rüşd ve Farabi, kentlerinin kökenine onlar gibi Allah’ı yerleştirmişti ancak Allah’ın varlığı ve emirleri için keskin bir din sınırlaması koymamışlardı. Adaleti, iyiliği ve Tevhidi gözeten her anlayış, onlar için Erdemli Kentin İlâh anlayışı adına yeterli gözükmekteydi. Peki, Rüşd ve Farabi neden böyle düşünmüştü?
Aslında Rüşd ve Farabi’nin felsefesinin genel muhtevası bize cevabı vermektedir. Bu iki düşünür eserlerini büyük bir amaca hizmet ederek yazmışlardı. Farabi, kendisinden yaklaşık 9 yüzyıl sonra dünyaya gelecek Immanuel Kant’tan önce devletleri denetleyebilecek devletler üstü bir devleti-yasama organını savunmuştu. Bu, şu anlama geliyordu; bütün dinleri, devletleri ve ulusları kapsayacak ve onları yargılama meşruiyetine sahip bir devlet. Burada Cemil Meriç’in Jurnallerinden bir söz aklıma geliyor: “Keşke herkes tek bir dine mensup olsaydı…”. İşte Farabi’de burada bütün dinlerin böylelikle bütün ulusların ortak noktasına sirayet ediyordu: Sevgi ve tevazu. Farabi, bu kavramların evrenselliğine ve onların yargılayıcı gücüne inanıyordu.
Maide 82. Ayet bizi Konfüçyüs’ün metinlerinde, Orhun Anıtlarında, Buda’nın metinlerinde, İncil’de ve Kur’an’da bulunan belki de tek ve en önemli kavrama yönlendiriyor: Tevazu. Bütün kutsal kitaplar, birbirinden bağımsız olarak farklı zaman-mekân dilimlerinde tevazu, saygı ve sevgi gibi kurumları insanlığın yegâne erdemlerinden birisi olarak sayıyor. Kur’an, kendisini dünyanın merkezine koymayan ve Nâsıralı İsa’nın Roma Zulmüne karşı yürüttüğü devriminin peşinden giden mütevazı Nâsıralılara kucak açıyor. İşte Farabi ve Rüşd buradan hareket etmiş olmalı; büyüklük taslamayan ve mağdurun yanında yer alabilen yani tevazu ile sevgi sahibi olan herkes özünde aynı inançları paylaşmaktadır.
İşte bu durum, birbirleriyle yüzyıllardan beri çatışan iki medeniyetin sorunlarını kökünden çözebilecek tek gerçektir. Roma Zulmüne başkaldıran Hz. İsa ile Mekke’nin Burjuvazisine karşı savaşan Hz. Muhammed aynı devrim ateşini paylaşıyorlardı. Hayatlarını tebliğe adamış bu iki peygamber, aynı mütevazi yaşamın ve tevhidin birer parçasıydı. Havariler ile Sahabeler de aynı uğurda Peygamberleriyle beraber çoğunluğun zulmüne karşı savaşmıştı. Havari Bartalmay ile Sümeyye bint Hubbât aynı dik başlılığı ve cesareti taşıyorlardı. Bu bakımdan, bir Nâsıralı ile sarılmak ve beraber hakkı savunmak için birden çok sebebimiz var.
Hülasa, bugün Nâsıralı Dostlarımızla beraber şunu bilmeliyiz, yüzyıllar boyunca atalarımız birbirini öldürdü. Geçmişe dönüp “kim daha çok öldürdü” yarışına girmemizden daha alçakça bir şey olamaz. Bizler yeniçağın münevver adayları olarak bir insan canının bile kıymetinin farkında olmalıyız. Konular, şartlar yahut uluslarımızın çıkarları ne olursa olsun; hakkın yanında yer almalı ve peygamberler, sahabeler ve havariler gibi putları yıkmaya cüret etmeliyiz. Azınlık kalacağımızı bile bile, dinlerimizin çoğunluğu tarafınca münafık ilan edileceğimizi bilerek birbirimize böylelikle hakka sarılmalıyız.
Bugün toplumlarımız bir katliam bataklığının içinde. Bizler, insaniyetle mayalanmalı ve bütün bunlara karşı mücadele etmeliyiz. Garplıları ve Şarklıları el birliğiyle Batı’nın Aydınlanamamış Aydınlanmasından kurtarmalıyız. Bir kuzunun doğumundan bile hayret duymalı, Allah’a karşı haddimizi bilmeliyiz. Hayret duymalıyız ki, Allah’ın yarattığının ne denli kutsal ve dokunulmaz olduğunu anlayalım.
ALİ KURNAZ