Evet kadın esaret altında!
Çünkü, modacı mafyanın her dönem değiştirdiği modelleri kendisine almaya çalışıp alamadığında buhranlar geçiren kadın modacıların esareti altında.
Evet kadın esaret altında!
Çünkü, medyada, dizi film ve sinemalarda sürekli güzel kadın kutsamaları yapılarak modern kadının aklını dumura uğratan ve bu algı üzerine yaşam tarzını geliştiren kadın, güzel olmak ve güzel kalmak adına kozmetik sektörünün pençelerinde yine dünyanın parasını ve vaktini harcayarak ayna karşısında esaret altına.
Evet kadın esaret altında!
Çünkü, yine “cesur pozlar” “cesur kadınlar” güzellemeleriyle fıtratına aykırı olan çıplaklığı kutsayan ve dayatan medyanın, kadına kendi etini mezata çıkartması ile dışarıda erkeklerin gözlerinin hedefi haline getirilen kadın hain gözlerin esareti altında !
Evet kadın esaret altında!
Çünkü, sırf “ekonomik özgürlük” ambalajıyla süsleyip, zor çalışma koşullarına sürükledikleri kadınları kendi kocalarına hizmet etmeyi aşağılık bir iş, ama elin patronuna hizmeti “kariyerli kadın” hokkabazlığı ile pazarlayıp, kapitalist iştihalarına meze ettikleri kadınlar patronlarının esareti altında !
Evet kadın esaret altında!
Çünkü, sırf şuh ve alımlı görünmek safsatası ile icat ettikleri o topuklu ayakkabıları ile tüm gün gezmek zorunda kaldıkları için ayakkabılarının esareti altında !
Kısacası hakikat ile algı arasındaki çizgi o kadar silikleşti ki gerçekten irfan sahibi, feraset sahibi büyüklerin görüşlerine muhtacız.
Kadının özgürlüğü ailesine, evlatlarına anne olmasında, kadının özgürlüğü kocasına yar ve sevgili olmasında, kadının özgürlüğü Allah’a kul olmasında…
Üstad Cemil Meriç ne güzel izah ediyor Kırk Ambar kitabında.
Cemil Meriç’e göre kadın ruhunun anahtarı merkezinin kendi dışında oluşudur. Kadın kendini çocuğuna adayarak ölümsüzlüğü yakalamaya çalışır. Erkek ise kafasıyla, kalbiyle veya eliyle ulaşmak zorundadır ebediyete
Meriç devam eder; “Ne lüzum var inkâra: Erkek başka, kadın başka. Bir roman alın elinize. Eski veya yeni bir şiir alın. Kadın kahramanların yerine erkek oturtun. Meselâ Tevrat'la İncil'in kadınlarını bir an erkek olarak düşünün: Rebeka, Noemi, Ruth, Marie, Madeleine. Helene'i, Hecube'ü bırakın onları... Balzac'ın Eugenie'sini, W. Scott'un Rebeca'sını, Dickens'in Dorrit'ini erkek farzedin. Karşınıza nasıl gülünç nasıl hilkat garibesi çehreler çıkacak.
Herkesin bildiği vücut ve ruh farkları bir yana, kadını erkekten ayıran önemli bir fark var. Aşağı yukarı ötekilerin temeli bu fark. Kadın özgecidir, daha doğrusu merkezi dışındadır. Yani hazlarının da, kaygılarının da bir başkasıdır kaynağı. Sevdiği ve sevilmek istediği biri: Koca, çocuklar, baba, dost vs...
Kadının hayatında en bahtiyar çağ, bütün varlığını ailesine, bütün varlığını cemiyete verebildiği çağdır. Gerçek ve tabii bir heyecan. Kendi başkaları için çırpınır, başkaları onun için. Kadın çocuğu için hem sütanne hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda bahtiyardır.
Uğrunda didineceği kimsesi yoksa, kendine bağlanacağı, kendine bağlayacağı kimsesi yoksa; ölür gider kadın. Evlenmemiş bir kız düşünün. Ne kardeşi var, ne yeğeni. Sevmiyor ve sevilmiyor. Acılarını dindirecek kimsesi yok. Fedakârlık edemiyor. Duyguları hiç kimsenin işine yaramıyor, ne öğretmen, ne hemşire. Canlı bir hedefi yok. Ne olur bu kızcağız? Solar ve kurur.”
Kadın kendi kimliğini inşa ederken, fıtratından aldığı enerji ile yeniden kurmalıdır kendini. Medyanın, Şeytani fısıltıların rüzgarıyla değil…