Hristiyanlığın içerisindeki teolojik dönüşümlerin çok önemli olduğu kanaatindeyim zira bu insanlar dinimizce Ehli Kitap olarak adlandırırlar. Bir Müslüman olarak, Hristiyan ve Yahudi Teolojisini doğru kavrayabilmenin vazifelerimizden biri olduğuna inanıyorum. Onların geçirdiği dönüşümlerin, kilise ve sinagog tarihinin aşamalarının bize pek çok şey öğretebileceğini düşünüyorum. Bu yüzden de; 20. Yüzyılda Hristiyan Teologlarca pek çok kez gündem edilmiş mezhep meselesini anlatmaya karar verdim. Onların neden ve nasıl düşündüğünü anlamak için de birkaç kez İncil’den alıntılar vereceğim.
İncil’de de; Kur’an’da olduğu gibi Hz. İsa bütün insanlığa seslenir. İnsanları fırkalarına, zümrelerine ve uluslarına ayırmaz. Tebliğ süresince hakikati kime tebliğ ettiğiyle değil; sadece kendisine vahyolunanla ilgilenir. İncil’de Timotyh 2:1-4’da şöyle geçiyor: “O (İsa), bütün insanların kurtulup gerçeğin bilincine erişmesini ister”. Onların inancına göre de (Yuhanna 2:2: O günahlarımızı, yalnız bizim günahlarımızı değil, bütün dünyanın günahlarını da bağışlatan kurbandır.) İsa çarmığa gerildiğinde batılılar, doğulular yahut bir zümre için çarmığa gerilmedi; bütün insanlık için çarmığa gerildi. Bu mesele, süreç boyunca pek çok Hristiyan ilahiyatçının kafasını kurcaladı. Zira kiliseler bütün insanlığın selametini hedeflemiyordu.
Protestan İlahiyatçı Philip Schaff’ın da vurguladığı üzere; 600’lü yıllara kadar Hristiyanlığın doktrinlerini belirleyen 6 kiliseden 4’ü “Universalist” yani evrenselci bir anlayışa sahipti. Bu anlayışa göre bu kiliseler; bazı erdemlerin ve ideallerin evrensel bir geçerliliğe sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bu bağlamda, verdikleri mücadele ilmihallerle yahut kalıp yargılarla alakalı değil; bütün insanlıkla alakalıydı. Evrenselci anlayış, bütün insanların eşit ve adil bir muamele görmesi gerektiğine inanmaktaydı. Bununla beraber, dünya üzerindeki bütün dinlerin Tanrı’dan bir parça taşıdığına ve hepsinin tek bir öze yani erdemi temsil ettiğine inanışına sahiplerdi.
Ancak 700’lü yıllardan sonra bu iş değişti. Hristiyanlık içerisinde mezhep ayrışmaları-Yahudi ve İslâm düşmanlığı çok daha güçlendi ve kök kazandı. Papalığın yani Katoliklerin otoritesi zamanla güçlenirken Ortodoks güçler onlarla derin bir ayrışmanın içerisine gidiyordu. Bu çatışma, 4. Haçlı Seferi ile en gergin konumuna ulaşacaktır. 4. Haçlı Seferinde, Avrupalı Katolikler Kudüs’e gitmek üzereyken yollarını değiştirerek İstanbul’u, Ortodoksluğun önemli bir kalbini, yağmalarlar. Böylelikle Katolikler ve Ortodokslar arasında unutulmayacak bir nefret zinciri başlayacaktır.
Bu çatışmalar, 16. Yüzyılda Martin Luther’in Wittenberg Kilisesinin duvarına “Katoliklerin ve Papalığın Allah ile kul arasına girdiğini” savunan bildirisini asmasının ardından daha fazla harlandı. Alman Protestan Köylüler ile Katolik Lordlar derin bir mücadeleye tutuldu ve bu mücadeleden Protestanlar muzaffer bir biçimde ayrıldılar. Ki bugün Protestanların hepsinin göğsünü gere gere anlattığı mesele şudur: Protestanlar, Katolikleri reforma entelektüel açıdan zorlamıştır. Katolikler gerçekten de Martin Luther’in karşı çıktığı çoğu şeyi reforme etmiştir.
1800’lü yıllara gelindiğinde ise Avrupa Tarihi açısından işler diğer çağlara göre daha sakindir. Devletler, kendi içlerinde bir savaştan ziyade sömürge savaşlarındadır. Amerika’ya göçlerle artık yeni bir entelektüel ve akademik yaşam alanı oluşmuştur. Bu süreç içerisinde Amerika’ya giden teolog Philip Schaff, artık Hristiyan Mezheplerinin üzerine yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu hususta da “Mercersburg Teolojisi” ekolünü kurmuş olur.
1800’lü yıllarda artık Protestanlık, Katolikleri tabiri caizse “rayına oturtmuştu”. Katoliklik ve Protestanlık artık birbirleriyle çatışan iki unsurdan ziyade harmoni yakalayabilecek iki mezhepti. Bu durumda, Schaff bütün Hristiyanların tek bir anlayışa yönelmesini destekliyordu. Schaff, mezhepçiliğin artık Hristiyanlığa hiçbir şey katmayacağı sonucuna varmış olmalı. Düşünür, bütün Hristiyanları İsa’nın birleştirici kişiliğinde toplanmasına ve barışmasına karşı bir inanç içerisindeydi.
Schaff’ın çağdaşı Teolog Samuel Miller; Mercersburg Teolojisinin, modern pozitivist kilise anlayışına karşı çağlar boyunca insanların sahip olduğu erdemlere eğilim gösterdiğine inanmaktadır. Böylelikle Mercersburg ekolü; bütün Hristiyan Kiliselerini kendi değer yargılarını bir kenara bırakıp insanın sahip olduğu erdemler ışığında beraber çalışmaya çağırmaktadır.
Ancak 20. Yüzyılda yaşanan savaşlar, Hristiyan mezhep çatışmalarını daha da körüklemiş; mezhepleri siyasiler elinde bir oyuncak haline gelmiştir; o halde soralım: Bizim İslâm Mezheplerimizi nasıl bir gelecek bekliyor?
Burada şuna dikkat çekmek lazım, bu insanlar mezheplere değil mezhepçiliğe/radikalizme karşılardı. İnsanlar mezhepçilikten hızla kaçarken biz ona günbegün koşar adım yaklaşıyoruz maalesef. Kutsallarımıza laf söylettirmiyor, yeni fikirlerden korkuyoruz. Mehmet Okuyan’ın dediği gibi: Fikirden korkan adam, adam mıdır?
ALİ KURNAZ