Seyfi Baba, bana kalırsa Safahat’ın kuşkusuz en mühim metinlerindendir. Hem etkileyicilik, hem anlam hem de biçim bakımından gerçekten kusursuzdur fakat meselem şu anda Seyfi Baba’nın nasıl yazıldığı vb. konular değil. Bu yazımızda, Seyfi Baba adlı hikâyeyi çözümlemeye ve Mehmet Akif’in bize ne anlatmaya çalıştığını inceleyeceğiz.

Öncelikle Seyfi Baba’yı anlamak için Safahat’ı anlamak mecburiyetindesiniz. En kısa ve çarpıcı biçimiyle söylemek gerekirse; Almanların Komünist Manifestosu, İngilizlerin Magna Cartası, Fransızların Toplum Sözleşmesi varsa; Anadolu Tininin de Safahat’ı vardır. Safahat, pek çok bakımdan bu manifestolardan çok daha kuvvetlidir. Garp Medeniyetlerinin Manifestoları siyasi ve iktisadi çıkarlara hizmet ederken Safahat bütünüyle insanın ruhuna, insani değerlere hizmet etmektedir. Bu hizmet ne bütünüyle didaktik ne de bütünüyle romantiktir. Safahat; insanı kuşatan sefalete ve o sefaleti insanların evlerine sokanlara karşı yazılmış bir başkaldırı metnidir.

Safahat, şunun yahut bunun safında değildir. Yapayalnızdır ve hep öyle de kalacaktır zira savunduğu değerler hep çoğunluğun düşman olduğu değerlerdir. Akif; insanı ruhsuzlaştıran, onu bir şeylere esir hale getiren, onu düşünmekten ve sorgulamaktan alıkoyan her şeye karşı savaşır. Yani hacı hoca zihniyetine, emperyalizme ve modern zihniyete; kısaca tahakküme karşı savaşır. Yinelemek gerekirse, bu örnekte de görüleceği üzere Mehmet Akif belli ideolojik kaygılardan ötürü bir yanlışı eleştirip diğer yanlışı görmemezlikten gelmemiştir. Cumhuriyet’i kuran önderler, tarikat ve emperyalizm zihnine karşı şiddetli bir mücadele vermişlerdi ancak modern batı zihniyetinin yaşadığı buhranı eleştirememişlerdi. Cumhuriyet tarafından hedef alınanlar ise dogmalara karşı mücadele vermemiş ancak batı zihniyetinin yaşadığı buhranı iyi tetkik edebilmişlerdi. İşte Akif, tam da bu iki durumun karşısındadır.

Emperyalizm, Batı Materyalizmi ve Dogma; hepsi aynı olgudan neşet eder: tahakküm. Zulmetmek isteyen, tarih boyunca farklı maskeler takmıştır yahut zulmü farklı adlandırmıştır. Mehmet Akif, bunu kavramış ve şiirlerinde bu öze yönelmiştir. Bu özün taktığı maskelerle uğraşmak yerine, sadece zalime karşı bir mücadele yürütmüş ve mazlumun yanında yer almıştır. İşte bu, Anadolu Ruhunun bir özeti ve Kurtuluş Savaşının felsefesidir: Zalime karşı mücadele etmek. Seyfi Baba’da bu mücadelenin psikolojik-toplumsal yanını ortaya koymaktadır.

Bu hikâyede kahramanımız, hasta olan Seyfi Baba’ya gitmek için bir yolculuğa çıkar. Bir elinde sopası bir elinde “en tekinsiz adamlara sataşan” feneri vardır. Büsbütün karanlık ve bataklık bir yoldur Seyfi Baba’ya giden yol ama bu yolu sadece zorlu bir yol olarak algılamamak lazım. Kahramanın, kendi iç hesaplaşmalarıyla ve mücadelesiyle de dolu bir yoldur. Avarelerin, hırsızların ve katillerin dolaştığı, biçare insanlarla dolu mezbelelerden geçer kahramanımız. Ancak fener bunları gösteremez, körler gibi yürür. Burada şu soruyu sormamız lazımdır kendimize: Görsek bile gözlerimizin inanmadığı, işitsek bile kulaklarımızın inanmadığı bu çöplüklerde yaşayanlar ne yapıyorlar? Bizim göremediğimiz, fenerlerimizin aydınlatsa bile aydınlatamadığı bu mazlumlara bakarken bile içimiz kahroluyorken, bu insanların bütün bu trajedileri yaşadığını düşünmek nasıl hissettirebilir? Seyfi Baba hikâyesinin temel mesajı burada kendisini ortaya çıkarır: Aklın sınırlarını aşan bir sefalet ve insanın elinden hiçbir şey gelmemesi.

Ardından Seyfi Baba’nın evine varırız; kahraman, o evin sefaletini şair olsa dahi tasvir edemeyeceğini söylüyor. Yetmiş beş yaşını geçmiş bir adam olan Seyfi Baba, ona ekmek getiren Mehmet Ağa’nın damını tamir ederken hastalanmıştır. Beş vakit namazını kılması gerekirken ekmek parası için damlarda çalışan bu ihtiyar, ibadet ve sefalet arasındaki bağlantıyı da bize sorgulatıyor. Böylelikle şu soru yükseliyor: “Karnı aç olan nasıl ibadet edecek?” ancak bu sorunun cevabı şu anda bizim kapsamımız da değildir.

Son olarak, Seyfi Baba’nın bu haline acıyan kahramanımız ona yardım etmek ister ancak cebinde hiçbir şey olmadığını fark eder ve şu ünlü sözü söyler: “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!” . Yani böylesine sefil durumları görmezden gelebilseydim de bu vicdan azabını çekmeseydim, elim kolum bağlı burada böyle oturmasaydım demek istiyor şair.

Sonuç olarak, Safahat bir bütün olarak bizlere mücadeleyi öğretiyor. Seyfi Baba hikâyesi ise bizlere mazlumun çektiği acıları hatırlatıyor ve onları görmezden gelsek dahi yok olmadıklarını, bizim geçmeye korktuğumuz bataklıklarda eşkıyaların yanında yaşadıklarını gösteriyor. Seyfi Baba’yı Safahat ile bir bütün halinde okursak anlıyoruz ki; bu mazlumlar için savaşmak dışında başka hiçbir seçeneğimiz yok.

 

ALİ KURNAZ