Kalem erbabı şiddet-i muhabbet olarak tarif edilen aşkın alametlerini sayarken “Âşık, seviyorum demeye doyamaz.” der. Hakikat ehliyse "Aşıklık derdi gönül iniltisinden belli olur. Hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir." der. "Aşk nedir?” sualine “Ben ol da bil!.. Аşk nаsip işiԁir, hеsаp işi ԁеğil! Аşk аԁаyıştır, аrаyış ԁеğil! Sеn аԁаnmışsаn vе yаnmışsаn bu uğurԁа, аşk sеni bulmаyа gеlir.” diye cevap verir.

Âşık adanmayı akleder. Zira kalb ile akletmek birbirinden ayrı değildir. Arz denen marifet sahasında birbirlerinin varoluş sebepleridir. Rabbimiz “Arzda gezip dolaşmazlar mı ki akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun.” (Hac:46) buyurarak kalb ile akletmeyi beraber zikreder.

Meveddet bir itibarla kazık anlamındaki “veted” ile aynı köktendir.  Kur'an-ı Kerîmde dağlar “evtad” yani kazıklar olarak anlatılır. Aşk, imanı gönülde kazık gibi sabitler ve gerçekten seven bir kimsede gönül kayması olmaz. Âşık sevdikçe muhabbeti tohumlanır. Çoğaldıkça çoğalır. Sevgiliye vuslatı da sevgiliden hicranı da berekettir. Çünkkü rüzgar ateş için neyse ayrılık da aşk için odur. Eğer aşk küçükse söndürür, büyükse daha da kuvvetlendirir.

Merhum Gemuhluoğlu’nun dost vurgusunu taklîb[1] ederek söylersek âşık ol kişidir ki “Öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan[2]  gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar. O’na ‘Şâh-ı Velâyet’ denir. Âşık ol kişidir ki ‘Yâr-ı Gâr’dır[3]. Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Âşık son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.” Âşık ol kişidir ki habîb-i kibriyâsız ezan okuyamaz. Onun ayak bastığı yerlere onsuz dokunamaz, onun bakışlarının dokunduğu yerlere onsuz bakamaz, bağrı yanar.

İşte bu bağrı yanıklardan biri Hazret-i Sevban’dır. Efendimiz bu âlemden sırlanınca onunla yaşadığı her yer ona zindan olur.  Onun sırlanmasına dayanamaz. Medine’de ancak üç gün kalabilir. Hazret-i Bilâl-i Habeşî gibi Medine’den ayrılarak Şam’a doğru gider. Gönül tahtının hânının, vücûd iklîminin sultanının hoşnut olacağı ufuklara uzanır. Serhatlarda, cihad meydanlarında teselli bulur. Çünkü adaletin ihyası ve zulmün imhasına cehd etmede sevgiliyi sevindirme imkânı, kılıçların ışıltısında bir vuslat ihtimali vardır.

Hazret-i Sevban, tam adıyla Ebû Abdillâh Sevban ibn Bücdüd el-Hâşimî Yemen’in Himyer kabilesindendir. Kabilesine yapılan bir baskında esir alınır. Medine’de köle olarak satılığa çıkarılır. Resûl-i Ekrem Efendimiz onu satın alarak âzâd ederken ona şu teklifte bulunur. “İstersen ailenin yanına dön, istersen ehl-i beytimin arasında bulun.”  Sevban ehl-i beytten biri olmayı tercih eder. Kendini Efendimize, onun ailesinin hizmetine adar. Hiçbir gazvede ondan ayrılmaz. Efendimize şiddetli bir muhabbetle bağlanır. Onun yüzüne bakmaktan kendini alamaz. Ahirette ondan ayrı kalma korkusuyla beti benzi sararır.

Bir gün bitkin bir hâldedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona sorar:

-Sevban, neyin var? Bir yerin mi ağrıyor, bir hastalığa mı yakalandın?

-Ya Resûlallah! Hiçbir yerim ağrımıyor, hiçbir hastalığım da yok. Huzuruna geldiğim zaman cemaline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyorum. Lakin senden ayrı kaldığım zaman sana kavuşana kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhireti düşünüyorum. Seni orada görememekten korkuyorum. Çünkü sen cennette nebilerle yüksek makamlarda bulunacaksın. Ben cennete girsem dahi senin makamına ulaşamam. O zaman benim halim ne olacak? İşte bu düşünceler, endişeler, senden ayrı kalma korkusu beni bu hale düşürdü. (İmam Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîheyn / 5, 481)

Bunun üzerine şu âyet-i celîle nazil olur:

“Her kim Allah ve resûlüne itaat ederse işte onlar Allah’ın kendilerine in'am eylediği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel refiktirler!” (Nisa, 69)   Hazret-i Sevban anlatıyor:

Re­sû­lul­lah sefere çıkacağı zaman kızı Fâtıma’ya uğrar, dönüşünde de ilk önce onu ziyaret ederdi. Bir seferden dönmüştü. Fatıma kapının üzerine bir örtü asmış, Hasan’la Hüseyin’in kollarına gümüşten bilezik takmıştı. Onları görünce Fatıma’nın yanına uğramadan geçti. Fatıma Re­sû­lullah’ın kapıya astığı perdeden dolayı kendine uğramadığını anlayınca derhâl perdeyi çekti. Çocukla­rın kollarındaki bilezikleri çıkarıp ellerine vererek dedelerine gönderdi. Re­sû­lul­lah bilezikle­ri çocuklardan aldı. Bana dedi ki “Ey Sevban, bunları falan aileye götür. Fatıma için aşık kemiğinden yapılmış bir gerdanlıkla fil dişinden yapılmış iki bilezik satın al. Bunlar benim ehl-i beytimdir. Dünyada iken cennet nimetleriyle nimetlenmelerini istemem.” (Müsned, 5: 275; Ebû Dâvud, Tereccül: 21)

Hazret-i Sevban Resûlullah’ın ismini hürmet sıfatı olmaksızın söylemeyi günâh kabûl eder. Efendimize çok hürmet eder, ona karşı yapılan en ufak ka­balığa tahammül edemez, aniden tepki gösterir. Bir gün Efendimize gelen bir Yahudi “Esse­lâ­mü aleyke yâ Muhammed!” diye selam verince Hazret-i Sevban ona, “Neden Yâ Re­sû­lal­lah demedin?” diye çıkışıp onunla kavgaya tu­tuşur. Bir iki yerinden yaralanır. Efendimiz “Benim aile içindeki ismim Muhammed’dir.” diyerek onu yatıştırır. (Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir, 1: 411; Esbâb-ı Nüzul, s. 158-159)

Resûl-i Ekrem Efendimizin kendi ev halkına dua ederken Sevban, “Ya Resûlallah! Ben de ehl-i beyttenim.” diye seslenir. Efendimiz, “Evet, sen de bizdensin fakat kimsenin kapısına dikilmemek ve kimseden bir şey istememek şartıyla!” buyurur. (İsâbe, 1: 204) Çünkü başkasından sadaka kabul etmek, minnet altına girmek ehl-i beyte yakışmayan bir sıfattır. (İbn Hacer, I, 413)

Hazret-i Sevban kabul ettiği bu ahde bağlı kalır, ömrü boyunca kimseden bir şey istemez. Hatta binekteyken kam­çısı yere düşecek olsa onu kimseden istemez, iner, kendisi alır. (Müsned, 5, 277) Atına binmek veya atından inmek için kendine yardım edilmesini dahi kabul etmez. Hz. Âişe onun zühdünü insanlara örnek gösterir. (Belâzurî, I, 481)

Hz. Sevban ashab-ı suffâdandır. İlim ehli kimselerdendir.  Şu hadis-i şerifi naklediyor:

Resûlullah şöyle buyurdu: “Bir zaman gelecek obur kimselerin başkalarını sofralarına davet ettikleri gibi birtakım toplumlar size karşı savaşmak için birbirlerini davet edecekler.

Birisi sordu:

Biz o gün sayıca az mı olacağız?

Hayır, siz o gün kalabalık olacaksınız fakat seldeki çör çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin kalbinize de vehn atacak.

Yine bir adam sordu: 

-Vehn nedir ya Resûlullah?

-Vehn dünyayı sevmek, ölümü kötü görmektir.” (Ebu Davud, Melahim, 5)

Vehn hadisini Ahmed ibn Hanbel de rivayet eder. (el-Müsned, 2/359) Vehn zayıf ve güçsüz olmak, gevşeklik göstermektir. Efendimiz bu hadisinde Müslümanların içinde bulunduğu vehnin sebebini anlatır. Dünyayı sevmek, ölümü hoş görmemek.

Şam seferinde Remle’ye giden Hazret-i Sevban Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethine katılır. Son senelerini Humus’ta geçirir. Hicret’in 54. senesinde en sevgiliye kavuşur. (Zehebî, III, 16)

 

[1] Dönüştürmek.

[2] Kararlaştırılan.

[3] Mağara arkadaşı.