“Annemi çok güçlü bir kadın sanıyordum Suriye’deyken.” “Evet, savaş vardı ve biz savaştan kaçtık.” “Türkiye'yi seviyorum, Türkler bize yardım etti.” “Savaştan kaçtınız diye suçladınız, neler yaşadığımızı bilmeden!"

"Bizim Suriye'de evimiz vardı,  varlıklıydık yani zengindik kendimize göre.” “Bir arkadaşım babasıyla çocuk parkına gittiğinde mayına basıp ikisi de öldüler. Çocuk parkında mayının ne işi vardı?”

“Şimdi ben balkona çıkmaya korkuyorum. Bir gürültü olduğunda evdeyken bile ürküyorum.”

“Buraya çıktım (yani sahnede konuşma yapmaya) çünkü özgüvenimi kazanmak istiyor, kendimi ispatlamayı düşünüyorum.”

Bu sözleri söyleyen okulumuzu kazanmış Suriyeli bir öğrencimizdi... Nasıl duygulandık bir bilseniz! Güçlü bir kızdı, ağlayacak gibi oldu. Bir iki saniye sonra duygularına hakimdi yine konuşmasına devam etti. Her bir cümlesi bizi yüreğimizden tutup sallıyordu.

Bir öğretmen olarak kıvanç duyduğum bir andı. Çünkü öğrencilerime “eğer aklınıza bir fikir gelir de onu söylemezseniz, bunun bedeli ağır olur. Çünkü özgüveninizden bir şeyi kaybedersiniz. Azar azar erir, değeriniz zayi olur.” demiştim ilk dersimde.

İsmimizi anarak, bu nasihatten büyük hisse kapmış bir vaziyette başladı konuşmasına. Önündeki beyaz sehpa üzerinde çiçekli vazo güzel bir ambiyans oluşturmuştu. Yandaki bilgisayardan acıklı fon müziği eşliğinde “kendisinden bahseden” başörtülü bir liseli kız çocuğuydu bu.

Yaşanmışlıkların inandırıcılığı, dinleyen tüm yüreklere dokunmuş, herkes bir başka ruh haline girmişti. Benim gözümde (ben dahil) sınıftaki hiçbir kimse bu kadar güçlü, anlam yüklü ve duygusal bir konuşma yapamazdık herhalde.

Çünkü hayatı en sınırda yaşamış ve ölüm gözlerinin önünde sevdiği arkadaşını koparmış bir çocuğun kelimeleri, önce yüreğinden sonra dilinden dökülenlerle salonu etkisi altına almıştı.

Konuşmasının bazı yerlerinde “şimdi Gazzeli çocukların parçalanmış cesetlerini gösteren videoları bile izleyemiyorum. Onlardan çok korkuyorum.” diyordu titreyen dudaklarının arasından.

Evet, yediği önünde yemediği ardında; karnı tok, sırtı pek öğrencilerin arasında hayatın en acımasız dersini almış, savaştan kaçarak ailesini ve beş çocuğunu koruma maksadıyla ülkemize yerleşmiş bir babanın ortanca kızından dinlediklerimizdi bunlar. Bir ara “savaştan kaçtık, diye hep suçlandık” ifadesini söylerken onun minik yüreğinde ne kadar derin yaralar açmış olduğumuzu yeni fark ediyorduk sanki. Kim isterdi rahat yaşadığı vatanını, evini terk edip hiç bilmediği başka ülkelerde yaşamayı. Kendi isteğiyle gitse, okumak maksatlı olsa ya da bir ticari kazanç uğruna yolculuk yapsa belki anlaşılabilirdi ama bu savaş mecburiyeti onları yurdundan etmişti.

“Medineli Ensar” rolüne bürünmüş Türkiyeli Müslümanlar olmak için çırpındık ama içimizdeki bazı beyinsizler yüzünden saçma sapan gerekçelerle bu misafirleri üzdüğümüzü bir kez daha hissettik.

Tarihte kendisine sığınmış olanı düşmanına teslim etmeyen kahraman Türk milletinin, batıya benzemek uğruna, geldiği ruh haline bakar mısınız? Bir zamanlar zaten bizim toprağımız olan ve uzun yıllar yönetimimiz altında bulunan böylesi nice insanlara yabancı kaldık. Hem kültürel hem de gönül coğrafyası olarak hemen sınırlarımız içinde bulunan insanlara karşı, milletçe olmasa da, bazı ırkçı, ideolojik fikir sahipleri yüzünden yüzümüz yere döndü.

Bu masum başarılı kız çocuğunun bize hakikatleri, yaşadığı hakaretleri anlattığımda eğer inanmamış ve ötekileştirmiş olsaydık bu kadar etkilenmezdik herhalde.

“Kendinden bahsetmek” konulu tanışma konuşmalarında böyle bir muhabbetin oluşması, aradaki bütün mesafeyi ya da soğukluğu bir anda muhabbete çeviriverdi. Sınıftakiler etkilenmiş ve küçük kızın özgüveni yerini bulmuştu.

Edebiyat öğretmeni olarak beni, en çok sevindiren şey; yukarıda söylemiş olduğumuz  “aklınıza gelen bir fikri mutlaka söyleyiniz” nasihatini dinlemiş olmasıydı. İnanıyorum ki bundan sonra daha da güzel bir eğitim yolculuğu başlayacaktı.

AHMET TAŞTAN